NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

f ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: f
Bulunan Sonuç: 1444

f

(kıs). feminine, fine, fluid, folio, following, franc, frequency.

f

(kıs)., (kim). fluorine, (mat). function, (foto). objektif açıklığı nispeti; (müz). fa anahtarı.

f

(kıs). February, Fellow, France, Friday, son.

f, f

(i). İngiliz alfabesinin altıncı harfi; (müz). fa notası.

f.m

(kıs). Field Marshall, Foreign Missions, Frequency Modulation.

fabeceae

(i)., (bot). fasulye familyası. fabaceous (s). fasulye familyasına ait.

fabian

(s)., (i). tedbirli ihtiyatlı; tereddüt eden, geciktiren, Anibal'i yıpratan QuintusFabius Maximus gibi; ingiltere'de ılımlı sosyalist bir derneğe mensup; (i). bu derneğin üyesi.

fable

(f). hikâye söylemek, yalan söylemek. fabled (s). efsanevi, meşhur.

fable

(i). masal, içinde hayvanların da insanlar gibi konuşup davrandığı hikâye, fabl; hayal gücüne dayanan hikâye, içinde morali olan hikâye, efsane, mit; yalan.

fabliau

(çog aux) (i). manzum masal.

fabric

(i). kumaş, bez, dokuma; bünye, nesiç, doku.

fabricate

(f). imal etmek, parçalarını bir araya getirerek yapmak; uydurmak yalan söylemek, slang atmak. fabrica'tion (i). imal etme; yalan, uydurma. fab'ricar (i). imalatçı; uyduran veya atan kimse.

fabulist

(i). hayal unsuruna dayanan hikâyeler yazan kimse; yalan uyduran kimse.

fabulous

(s). inanılmaz, müthiş, mükemmel, fevkalade; uydurma, hayal mahsulü, efsanevi; abartılmış, mübalâğalı. fabulously (z)., (k.dili) inanılmaz mükemmellikte.

face

(i). yüz, çehre, surat, sima; küstahlık, cüret; (ticari evrakta yazılı olan) asıl değer;on taraf; (sikke) resimli yüzey; (matb.) yazı;görünüş, üst, düzey, satıh; (mat.) düzey, yüz; (mad.) üzerinde çalışılan tünel duvarı veya sonu. face card resimli iskambil kağıdı. facedown yüz üstü, yüzü koyun .face lifting (tıb.) yüze uygulanan estetik ameliyatı. face to face karşı karşıya, yüz yüze. in the face of karşısında, dikkate alarak, rağmen. fly in the face of karşı gelmek. have the face yüzü tutmak, cüret etmek.Iose face itibarını kaybetmek. make a face yüzünü gözünü buruşturmak. make faces alay ederek yüzünü gözünü tuhaf şekillere sokmak. onthe face of it dış görünüşe göre. pull along face suratını asmak. put a bold face on (zor bir durum) karşısında cesaret göstermek. put a new face on the matter işin şeklini değiştirmek, işe baska cephe kazandırmak. save one's face kabahatini örtbas etmek.show one's face meydana çıkmak, kendini göstermek. to my face yüzüme karşı.

face

yüzüne bakmak; yönelmek; karşılamak, karşı karşıya gelmek, yüz yüze gelmek, karşısında olmak; cesaretle karşılamak;iskambil kâğıt açmak; kaplamak, astarlamak;taşın yüzünü yontup düzeltmek, düzgünleştirmek; bakmak, dönmek; nâzır olmak, nezareti olmak face about aksi istikamete dönmek face down sukut ile veya küstahlıkla hasmını susturmak, karşısındakini sindirmek; yüzü koyun, yüzü alta gelerek face the music ABD, argo cezalandırılma ihtimali karşısında yılmamak face out sonuna kadar dayanmak face up to cesaretle karşılamak,farkına varmak

faceplate

(i)., (mak.) tornada düz ayna,torna tezgâhında işin bağlandığı ayna.

facesaving

(s). kabahati örten, vaziyeti kurtaran.

facet

(i). kıymetli taşın yüzeyi, faseta;yon: (zool.) bileşik gözü teşkil eden ufak gözlerden her biri.

facetiae

(i), (çoğ.) nükteli sözler; kaba nüktelerden ibaret kitaplar.

facetious

(s). şakacı, latifeci, komikliği üzerinde, tuhaf. facetiously (z). şakalaşarak,latife ederek. face value itibari kıymet.

facework

(i). bina veya duvar cephesine konan mermer gibi şey.

facial

(s).,(i). yüze ait, veçhi;(i). yüz masajı. facial angle yüz açısı.

facies

(i). dış görünüş; (jeol.) Kaya birikintilerinin bileşim ve oluşumlarını düzenleyen özelliklerin. toplamı; (tıb.) hastalık sırasında yüzün ifadesi.

facile

(s). kolay; sevimli, cana yakın; uysal,kolay inanan, yumuşak huylu; mahir, usta,becerikli.

facileprinceps

(Lat.) şüphesiz olarak birinci gelen.

facilisdescensusaverno

(Lat.) Cehenneme giden yol kolaydır.

facilitate

(f). kolaylaştırmak, teshiletmek.

facility

(i). kolaylık, suhulet; fesahat;serbestlik; uzluk, hüner; (ask.) özel bir iş için yapılmış bina. facilities (i). vasıta, imkân,bina, tesisat.

facing

(i). kaplama; kumaşın kenarına geçirilen astar.

facsimile

(i). faksimile, kopya, suret,aynı, tıpkı; radyo veya telgraf ile resim veya yazı gönderilmesi metodu.

fact

(i). gerçek, hakikat; durum, gösterilen husus veya keyfiyet. factfinding (s). delil toplayan (komisyon). accessory after the fact (huk.) cürüm işlendikten sonra suç ortağı olan kimse .in fact gerçekten, hakikaten,filvaki. matter of fact (bak.) matter.

faction

(i). hizip, grup, bölüntü; hizipleşme, ihtilaf. factionist (i). hizipçi, ihtilafçı, partizan. factional (s). taraftar, ihtilaf çıkaran. factionalism (i). partizanlık, ihtilâf.

factious

(s). fitneci, fesatçı, ihtilâf çıkaran, hizipçi.

factitious

(s). yapma, suni, düzme,uydurma, gösterişten ibaret. factitiously (z). suni olarak, uydurarak. factitiousness (i). yapma oluş, sunilik.

factitive

(s)., (gram.) bir nesnenin yanı sıra bir de belirleyici tümleç olan fiili gösteren: They made him king. Onu kral yaptılar.

factor

(i). sebeplerden biri; (mat.) çarpılanlardan biri: (tic.) bir firmaya borç para veren kimse; (tic.) komisyon alarak satış yapan kimse.

factor

(f).,(mat.) çarpanlarını bulmak.

factorial

(s)., (i)., (mat.) birbirini takip eden çarpanlara ait; (i). 1 'den başlayarak verilen bir sayıya kadar olan ardıl pozitif sayı serisinin çarpımı.

factory

(i). fabrika, imalâthane, atölye; (eski.) yabancı bir memlekette iş hanı.

factotum

(i). kâhya, her işi gören memur.

factual

(s.) olaylara dayanan; kelimesi kelimesine, tam. factually (z). olaylara dayanarak, keyfiyete göre.

facula

(i)., (çoğ. lae) ,(astr.) güneş yüzündeki parlak nokta.

facultative

(s). yetenekli; seçimli,ihtiyari, mecburi olmayan; bir hassa veya melekeye ait.

faculty

(i). hassa, meleke; güç, iktidar,yetenek, kabiliyet, kuvvet; (A.B.D.) bir okulun öğretmen kadrosu; bir üniversitenin öğretim üyeleri (topluca); üniversite dalı, branş, fakülte.

fad

(i). toplumca merak, heves, aşırı bir hevesle üstüne düşülen geçici eğlence veya alışkanlık. faddish (s). geçici heves gibi. faddist (i). geçici hevesleri olan kimse.

fade

(f).,(i). solmak, rengi atmak, kurumak,zayıflamak, soldurmak, kuvvetten düşürmek. fade away, fade out sönmek, zail olmak,geçmek; (radyo, televizyon) tedricen değişmek fade in tedricen duyulmak veya görünmek (sinema, radyo, televizyon). fade out tedricen gözden kaybolmak veya duyulmamak. fadeless (s). solmaz fadelessly (z). solmayacak şekilde.

faeces

(bak.) feces.

faerie , faery

(eski, bak.) fairy.

fag

(f). (ged, ging), i didinmek, çalışıp yorulmak, uğraşmak; çalıştırıp yormak; uşak gibi çalıştırmak. (özellikle ingiltere'de öğrenciler arasında); (i).,(ing.) üst sınıftaki öğrenciye hizmet eden öğrenci; (A.B.D.), (argo.) homoseksüel erkek. fag end kumaşın kötü dokunmuş başı veya sonu; halatın gevşek ucu; işe yaramayan artık şey. be fagged out bitkin bir halde olmak, bitap düşmek.

fagot

(i).,(f). ince odun demeti; işlenmek için bağlanmış demir çubuk demeti; (f). böyle demet yapmak, böyle demet bağlamak.

fagoting

(i). kumaş üzerindeki ajurlu nakış.

fahrenheit

(i).,(s). fahrenhayt.

faience

(i). fayans, çini.

fail

(f). başaramamak, becerememek, muvaffak olamamak, çıkmamak, bitmek, kifayet etmemek; kuvveti kesilmek, zayıflamak; iflâs etmek; kalmak (sınavda), geçememek; boşa çıkarmak, bırakmak, ümidini kırmak; ihmal etmek, yapmamak; sınıfta bırakmak, geçirmemek. failsafe (s). arızalara karşı otomatik tertibatı olan (mekanizma). Don't fail toact Mutlaka yap Yapmamazlık etme. He failed to come. Gelmedi. Words fail me Söyleyecek söz bulamıyorum. Ne desem bilmem ki ! without fail elbette, mutlaka.

failing

(i).,(s). kusur, zaaf, ayıp; (s). zail olan, eksilen.

failing

edat olmadığı takdirde. failing that aksi takdirde.

faille

(i). kendinden çizgileri olan yumuşak ipekli kumaş.

failure

(i). başarısızlık, muvaffakiyetsizlik, beceremeyiş; ihmal, yapmayış; bitme,tukenme, kaybolma; zail olma, zayıflama, inkıraz; iflâs; başarı kazanamayan kimse veya şey.

fain

(s)., (z)., (eski) memnun, istekli, hevesli,arzulu; yükümlü, mecburi; (z). seve seve. I would fain go Gitmek isterdim; gitmeyi arzularım.

faineant

(s). tembel, aylak, boş gezenin boş kalfası.

faint

(f). bayılmak, solmak. faint away bayılmak, kendinden geçmek.

faint

(s)., (i). donuk, belirsiz, zayıf, baygın,gevşek; isteksiz; (i). baygınlık, bayılma. fainthearted (s). yüreksiz, korkak; mahcup, çekingen. faintly (z). azıcık, hafiften. faintness (i). baygınlık, bayılma, halsizlik.

faints , feints

(i). viski veya başka bir içki imal edilirken en son çıkan hafif ve karışık ispirto.

fair

(s). güzel; hoş, zarif, istenir; saf, temiz,pak; dürüst, haklı, doğru, adil, mubah; sarışın,kumral; orta, vasat, şöyle böyle; uygun, muvafık, müsait; iyi, açık (hava); uğurlu; okunaklı, açık. fair and square doğru ve dürüst,haklı. fair ball beysbol iyi bir top (vuruşta).fair copy temiz kopya. fairhaired (s). sarı saçlı; gözde olan. fairminded (s). makul düşünen, fair play tarafsızlık; tarafsız oynama. fair to middling (A.B.D.), (k.dili) orta, fena olmayan. fair trade (f)., (s)., (tic.) bir malın tenzilatlı satışını önlemek, damping yaptırmamak: (s). tenzilâtsız (fiyat) .fair weather açık hava. fairweather friend iyi gün dostu. fairwind uygun rüzgâr. All's fair in love and war Aşkta ve harpte her şey mubahtır. by fair means or foul her ne pahasına olursa olsun. the fair sex kadınlar, cinsi latif .fairish (s). oldukça iyi, oldukça büyük. fairly(z). oldukça; haklı olarak, gereği gibi; müsait olduğu veçhile, uygun bir şekilde; âdeta,tamamen. fairness (i). doğruluk; güzellik in all fairness doğruyu söylemek gerekirse.

fair

(z). iyi, yolunda, dürüstçe, tam .fair spoken her şeyin doğrusunu söyleyen; nazik,tatlı dilli, kandırıcı. bid fair (bak.) bid play fair kurallara göre oynamak, hakça mücadele etmek.

fair

(i). pazar, panayır, fuar, sergi. fairgroundi panayır meydanı, sergi yeri.

fairing

(i)., (müh.) karenaj; (hav.) kaplama.

fairway

(i)., (golf) çimenli yol; bir koy,liman veya ırmağın seyredilebilen kısmı, serbest geçit.

fairy

(i)., (s). peri; (argo.) homoseksüel erkek,(slang). ibne; (s). peri gibi, perilere ait .fairyland (i). periler ülkesi, büyülü yer. fairylike (s). peri gibi, peri elinden çıkmış gibi .fairy ring bazen çayırlarda bulunan ve perilerin dansından meydana geldiği farz olunan taze mantar halkası .fairy tale peri masalı; inanılmaz hikâye, yalan.

faitaccompli

(Fr.) emrivaki, olup bitti, oldu bittiye getirme.

faith

(i). inanç, itikat, iman; güven, itimat,emniyet, tevekkül; din; sadakat, vefa. faith cure itikatla şifa bulma. faith healer itikatla hastalığı iyi ettiğini iddia eden kimse. faith in God Tanrıya inanış, Allaha iman. bad faith kötü niyet, bozuk niyet, hıyanet, samimiyetsizlik. break one's faith sözünde durmamak, güvenini sarsmak. good faith samimiyet, iyi niyet. keep one's faith imanını elden bırakmamak; sözünde durmak .pin one's faith on (herhangi bir şeye) bel bağlamak, tamamen güvenmek.

faithful

(s). mümin, iman sahibi; sadık,vefakâr, doğru, güvenilir, itimada şayan. faithful to his word sözüne sadık. the faithful müminler, bir dine iman etmiş olanların tümü. faithfully (z). sadakatle, imanla. faithfulness (i).sadakat, iman.

faithless

(s). sadakatsiz, hain, güvenilmez; inanmayan; imansız, dinsiz, kâfir; kararsız. faithlessly (z). sadakatsiz bir şekilde,imansız bir şekilde. faithlessness (i). güvensizlik; imansızlık.

fake

(s)., (f)., (i). sahte, yapma, uydurma; şarlatan; (f). uydurmak; (i). sahte şey, taklit .faker (i). sahtekâr, dolandırıcı, yalancı; seyyar satıcı.

fakir

(i). derviş, fakir, Hint fakiri.

falange

(i). bir İspanyol faşist örgütü. falangist (i). İspanyol faşist örgütü üyesi.

falcate

(s). orak şeklinde,kanca veya çengel şeklinde, hilal şeklinde.

falchion

(i)., eski pala gibi enli ve ağır kılıç.

falciform

(s)., (anat.) orak şeklinde.

falcon

(i). şahin, sungur, doğan. falconer (i). şahinci, doğancı, avcı. falconry (i). şahin veya doğan ile avlanma; doğancılık,kuşçuluk. peregrine falcon alaca doğan,şahin, (zool.) Falco peregrinus. red footed falcon kırmızı ayaklı kerkenez, (zool.) Falcovespertinus. white falcon ak sungur, (zool.) Falco rusticolus.

falconet

(i)., (tar.) bir çeşit ufak top; Asya'ya mahsus birkaç çeşit doğan.

falderal, folderol

(i)., (eski). şarkılarda kullanılan anlamsız nakarat; boş laf; önemsiz şey, süs.

faldstool

(i). kilisede diz çökmek için kullanılan alçak tabure.

fall

(f). (fell, fallen) düşmek, dökülmek,yağmak; çökmek; kapanmak, yıkılmak, mahvolmak, ölmek; alınmak, zapt olunmak, düşmek (kale); inmek, azalmak, eksilmek, kesilmek; gelmek, çıkmak, vurmak; tutulmak,duçar olmak; dalmak, başlamak; rastlamak,tesadüf etmek, vaki olmak; ayrılmak, bölünmek, taksim olunmak; doğmak. (hayvanlarda)fall afoul münakaşa etmek, atışmak; çarpmak. fall a sleep uykuya dalmak. fall away çekilmek; fenalaşmak, gerilemek; zayıflamak. fall back geri çekilmek .fall back on(güvenilecek bir kimseye veya bir yere) başvurmak.fall behind geri kalmak, arkadan gelmek. fall down düşmek. fall flat bekleneni elde edememek, karşılığını görememek fall for(A.B.D.), (argo.) aldatılmak; (slang) kesilmek, bitmek; çok beğenmek, bayılmak. fall in dizilmek, sıraya girmek; çökmek; yıkılmak;bitmek; uygun gelmek, münasip olmak. fall in love âşık olmak. fall in with rast gelmek,tesadüf etmek; kabul etmek, muvafakat etmek,uymak. fall into error hataya düşmek,yanılmak. fall off çekilmek, azalmak, düşmek, bozulmak.fall off the roof (argo) âdet görmek, aybaşı olmak. fall on gelmek, düşmek; hücum etmek, üstüne düşmek, saldırmak; keşfetmek. This month the twentieth fell on a Friday. Bu ayın yirmisi cumaya rastladı. fall on one's face (k.dili) yüzüne gözüne bulaştırmak. fall on one's feet dört ayağının üstüne düşmek, atlatmak, sıyrılmak, başarmak. fall out kavga etmek, bozuşmak; vaki olmak;(ask.) sıradan çıkmak. fall over yıkılmak. fallover oneself kendini çok istekli göstermek. fall prostrate yüz üstü kapaklanmak, bayılıp yere yıkılmak. fall short (of) kafi gelmemek, eksik gelmek, varmamak, ulaşamamak, umduğu gibi çıkmamak. fall through başarı kazanamamak, muvaffak olamamak,vazgeçilmek. fall to yemeğe veya harbe başlamak, girişmek, başlamak. fall under altına düşmek, dahil olmak, girmek. fall upon saldırmak, üstüne gelmek. fallen on evil times fena günlere gelmiş. fallen woman düşmüş kadın, fahişe. falling star göktaşı. His eye fell upon me. Gözü bana ilişti. His face fell. Suratı asıldı. It all fell out for the best. Sonucu hayırlı oldu. It fell to my lot. Benim payıma düştü. Bana isabet etti. The plans fell to the ground.Planlar suya düştü.

fall

(i). düşüş, düşme, sukut, iniş; sarkma;yıkılma, çökme, inkıraz; yağış; bir defada yağan yağmur miktarı, düşüş mesafesi, fiyatların düşmesi, ucuzlama; dökülme, akma; sonbahar, güz, aynı mevsimde veya aynı zamanda doğan kuzular, hayvanların doğması; meyil,yamaç, yokuş aşağı; zapt olunma; düşürme, yıkma; güreşte düşüş; elbise fırfırı; (gen.) (çoğ.) çağlayan, şelâle. fall guy başkasının cezasını çeken kimse; dolandırıcılık ve şakada kurban edilen kimse. fall of man, the Fall Hz. Adem ve Havva'nın işlediği günah ve sonuçları. fall of the hammer açık artırma ile yapılan satışlarda malın satıldığını bildiren çekiç darbesi. He is riding for a fall. Belâsını arıyor.

fallacious

(s). boş, yanlış, ,çürük, aslı esası olmayan, yalan, yanıltıcı, aldatıcı, temelsiz. fallaciously (z). esası olmadan, boşuna,yanlış olarak. fallaciousness (i). yanlışlık, asılsızlık, temelsizlik.

fallacy

(i). yanlış fikir, aldatıcı kavram,sahte görünüş; aldatma, hile, yanlışlık, yanlış, hata, temelsizlik; (man.) safsata, mantık kurallarına aykırı gelen sav. pathetic fallacy insanlara has duyguların doğal belirtilere mal edilmesi (insafsız deniz gibi).

fallal

(i). süslü şey, süs. fallalery (i). süs eşyaları, gösterişli şeyler, biblo.

fallen

(bak.) fall.

fallible

(s). yanılabilir, hataya düşebilir,yanlış olabilir. fallibil'ity (i). yanılma payı. fal'libly (z). yanılarak, hata ederek.

fallopiantube

(anat.) döl yatağı borusu.

fallout

(i). nükleer bir patlama sonucu meydana gelen radyoaktif zerrelerin atmosferde aşağı doğru inmesi.

fallow

(i)., (s)., (f). nadas olarak dinlendirilen arazi, nadas; dinlendirilecek tarlayı sürme, nadas etme, canlıların hamile olmadığı devir: (s). nadasa bırakılmış, ekilmemiş; (f). dinlendirilecek tarlayı sürmek, nadas etmek. Iie fallow boş kalmak. fallow crop nadas yerine ekilen ekin. green fallow tarlayı boş bırakmayıp ekilen şalgam ve pancar gibi yeşil yapraklı bitki. naked fallow nadas.

fallow

(s). açık sarı; deve tüyü rengi. fallow deer Avrupa'ya mahsus açık sarı renkte bir çeşit küçük geyik.

false

(s)., (z). sahte, yapma, taklit, yanlış, hatalı; yalan, asılsız, aslı esası olmayan, yalancı; hakikatsiz, vefasız; hain; güvenilmez; (mak.) kuvvetlendirmek veya muhafaza etmek için konulan (parça); (müz.) ahenksiz, yanlış;(z). hile ile; yalan söyleyerek; hata ederek;sadakatsizlikle. false bottom sahte dip, gizli dip (sandık veya çekmece).false colors sahte hüviyet. false face maske. false hearted (s). hain, sadakatsiz. false horizon yapma ufuk. false keel (den.) kontra omurga. false pretenses aldatma niyetiyle sahte davranış. false representation maksatlı yalanlar serisi. false step yanlış adım, sürçme, hata. false teeth takma diş, protez. play false aldatmak, ihanet etmek. falsely (z). yalan olarak. falseness (i). yalan, sahtelik.

falsetto

(i)., (s)., (müz.) (erkekte) yüksek perdeden ses, kafa sesi; böyle sesle şarkı söyleyen kimse; (s). böyle sesli.

falsies

(i)., (k.dili) göğüsleri dolgun göstermek için sutyen içine doldurulan pamuk.

falsify

(f). tahrif etmek, bozmak, kalpazanlık etmek; yalan olduğunu söylemek; hukaslı olmadığını ispat etmek. falsifica'tion(i). tahrif, sahtesini yapma, taklit. falsifier (i). düzenbaz kimse, yalancı; tahrifçi kimse; kalpazan kimse.

falsity

(i). yalan oluş, doğru olmayış,yanlış oluş.

faltboat

(i). portatif bot.

falter

(f). sendelemek, sürçmek; kekelemek, sarsılmak; tereddüt etmek, duraklamak;tereddutle söylemek. falteringly (z). tereddütle, kekeleyerek.

fam.

(kıs.) familiar ,family.

fame

(i). şöhret, nam, ün.

familial

(s). aileye ait, aileden geçmiş.

familiar

(s)., (i). aşina, bilen, malûmatı olan, haberdar olan; tanınan, bilinen; teklifsiz,mahrem, samimi; Lâubalî, arsız; (i). teklifsiz dost, arkadaş; aile ferdi; hizmetçi; cin, ruh. familiar spirit bir insanın hizmetinde olduğu farz edilen cin veya ruh. get familiar with küstahça davranmak. familiarly (z). teklifsizce, dostça, samimi olarak.

familiarity

(i). iyice tanıma, bilme, aşinalık, teklifsizlik, hususiyet, alışkanlık,ünsiyet; (gen.) (çoğ.) davranışlarda serbestlik,arsızlık, Lâubalîlik.

familiarize

(f). alıştırmak, tanıtmak; tanımak, ilişki kurmak. familiarize oneself with poetry şiirle aşinalık peyda etmek.

family

(i). aile; zürriyet, kabile,akraba; çoluk çocuk, ev bark; fasile, cins,tür. family Bible bir ailenin önemli günlerini kaydettiği içinde boş sayfaları bulunan büyük boy Kitabı Mukaddes. family circle aile çevresi, aile muhiti; tiyatroda üst balkon. family man ev bark sahibi, aile babası. family name soyadı. family skeleton aile sırları. family tree aile kütüğü, şecere,soyaacı. in a family way (k.dili) gebe, hamile.

famine

(i). kıtlık, açlık.

famish

(f). aç kalmak, açlıktan ölmek; açlıktan öldürmek; aç bırakmak.

famous

(s). ünlü, meşhur, tanınmış,maruf; belli: (eski), (h. dili) iyi. famously (z). meşhur olarak; (h. dili) mükemmel.

famulus

(i). (çoğ. li) (Lat.) bir âlimin veya sihirbazın uşağı.

fan

(f). (ned, ning) hava vermek, yelpazelemek; savurmak; esmek, serinletmek;rüzgârın önüne katılmış gibi yavaş yavaş hareket etmek; yelpaze gibi açılmak; (beysbol) vuruş olmadığı için oyunu kaybetmek. fanthe flames kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek.

fan

(i)., (h. dili) hayran veya düşkün kimse,meraklı kimse. sport fan spor tiryakisi .movie fan sinema meraklısı.

fan

(i). yelpaze; pervane, pervane kanadı;vantilatör; yelpaze şeklindeki herhangi bir şey,yeldeğirmeninin iri kanatlarını rüzgâr yönünde tutmaya mahsus arka kanat. fanlight (i)., (mim.) kapı üstündeki açık yelpaze şeklinde pencere fantail (i). yelpaze kuyruklu kuş; böyle kuyruğu olan güvercin; yelpaze kuyruklu akvaryum balığı; geminin kıçı. fan tracery yelpaze şeklîndeki kemer süsü. fan vaulting yelpaze şeklîndeki kemer. electric fan vantilator. exhaust fan aspirator.

fanatic

(s)., (i). aşırı derecede bir parti veya din meraklısı; mutaassıp; müfrit, aşırı,öIçüsüz; (i). aşırı fikirleri olan kimse. fanaticals aşırı, müfrit, ölçüsüz olarak. fanatically (z). aşırı bir bağlılıkla, sabit fikirle; tutuculukla,taassupla. fanaticize (f). tutuculuğa sevk etmek. fanaticism (i). tutuculuk, taassup, aşırılık.

fancied

(s). hayal mahsulü olan, muhayyel.

fancier

(i). merak sahibi; meraklı.

fanciful

(s). gerçekten uzak, kaprisli,hayalperest, hayal peşinde koşan. fancifully(z). hayal mahsulü olarak. fancifulness (i). hayale dayanma.

fancy

(i)., (s). hayal, düş, imge; merak,kuruntu; kapris; meyil, sevgi; zevk; zihinde yaratılan bir kavram, mefhum; (s). fantazi, süslü; hayale dayanan, keyfi; yüksek kaliteli (meyve); ifrat derecesinde. fancy dress fantazi elbise, karnaval kıyafeti. fancy dress ball maskeli balo, kıyafet balosu. fancyfree (s). aşığı olmayan. fancy woman fahişe. fancy work(i). el işi, işleme. catch the fancy of hoşuna gitmek, beğenilmek. take a fancy to beğenmek, sevmek, meyletmek.

fancy

(f). hayal etmek, tasavvur etmek,kurmak; beğenmek, sevmek; zannetmek, tahmin etmek, neslini ıslah etmek için hayvan yetiştirmek. Fancy ! Fancy that ! Takdir sizindir! Acaba! Yok canım!

fandango

(i). (çoğ. - gos) hareketli bir İspanyol dansı, bu dansın müziği.

fane

(i). mabet, küçük mabet.

fanfare

(i)., (müz). nefesli çalgıların hep birden çaldıkları coşkun parça; fanfar.

fanfaronade

(i). övünme, atma, farfaralık.

fang

(i). hayvanın azı dişi; yılanın zehirli dişi; dişin kökü; pençe. fanged (s). dişli, azılı. fangless (s). dişsiz (hayvan).

fanny

(i)., (A.B.D)., (k).dili but, kaba et.

fantan

(i). Çin'e mahsus ve parayla oynanan bir kâğıt oyunu; bir çeşit kâğıt oyunu.

fantasia

(i)., (müz). fantezi.

fantasm

(bak). phantasm.

fantast

(i). hayalperest, hayal peşinde koşan kimse, garip fikirleri veya üslubu olan kimse.

fantastic

(s)., (i). garip, tuhaf, acayip; mantıksız; hayali, gerçekten uzak; kaprisli, hayalperest; (i). hayali ve garip fikirleri olan kimse; sÜs düşkünü. fantastical (s). hayali;fantezi seven. fantastically (z). aşırı derecede;acayip bir şekilde.

fantasy, phantasy

(i). hayal, fantezi,kapris; hülya, kuruntu, garip fikir, garabet; (müz). fantezi.

fantoccini

(i)., (çoğ). kukla oyunundaki bebekler; kukla oyunu.

far

(z)., (s). uzak; (s). uzak, uzun,,, daha uzun olan; ilerlemiş. far and away pek çok. far and near, far and wide her yerde. far be it from me. Allah esirgesin. Bana göre değil. Ben yapmam. few and far between seyrek. Far East Uzak Doğu. Far from it. Ne münasebet. Bilâkis. Hâşa! fargone (s). çok hasta, çok ilerlemiş, çok deli, çok sarhoş. far off çok uzak; dalgın. far West uzak Batı, özellikle (A.B.D).'nin batı eyaletleri. a far cry büyük fark. as faras he is concerned ona kalırsa, ona sorarsan. by far büyük bir farkla. go far ileri gitmek, çok dayanmak, tesirli olmak. He will go far. Başaracak. how far nereye kadar. So far so good. Her şey yolunda.

farad

(i). elektrik kuvvetini ölçmeye mahsus bir ölçü birimi, farad. faradiza'tion (i). (tıb). endüklenmiş elektrik akımiyle tedavi.

farce

(f). saçma sapan sözlerle süslemek.

farce

(i)., tiyatro gülünçlü tiyatro oyunu, fars; maskaralık, saçma.

farceur

(i)., (Fr). şakacı, muzip; gülünçlü tiyatro oyunu yazan veya oynayan kimse.

farcical

(s). gülünç, tuhaf, maskaralık kabilinden.

farcy

(i). (bayt). atlara mahsus bir çeşit çıban.

fare

(i). yol parası, bilet ücreti; navlun; yolcu, kayık veya araba yolcusu; yiyecek. bill offare yemek listesi. full fare tam bilet; tam navlun. half fare yarım bilet; yarım navlun. plentiful fare bol yemek. poor fare kötü yemek.

fare

(f)., eski olmak, vaki olmak; başından geçmek; yemek yemek; geçinmek, yemek temin etmek; eski yolculuk etmek. Fare ye well. Uğurlar olsun, selâmetle. fare forth yola çıkmak. fare ill işleri yolunda gitmemek. fare sumptuously bol bol yiyip içmek, sefa sürmek.

farewell

ünlem, (i)., (s). Uğurlar olsun, Güle güle. (i). ayrılma, gitme; veda, geçirme,uğurlama; (s). son, ayrılma. farewell dinner veda yemeği.

farfamed

(s). çok meşhur, şöhreti çok yaygın.

farfetched

(s). tabii olmayan, zorlanmış, zoraki.

farflung

(s). çok yaygın, uzak yerlere yayılmış.

farina

(i). mısır unu, irmik, nişasta.

farinaceous

(s). un kabilinden,un gibi, nişastalı, irmikli.

farinose

(s). un veren; (bot)., (zool). una bulanmış gibi beyaz tozla kaplı.

farm

(i). çiftlik, tarla; su altında kabuklu deniz hayvanları yetiştirmek için ayrılan saha; beysbol idman takımı; eski bir belediye veya mıntıkadan tarhedilen vergi; eski bu verginin mültezimliği. farm hand çiftlik amelesi, rençper.

farm

(f). ekmek, ekip biçmek, çiftçilik etmek; iltizam etmek, kira ile tutmak; fakir bir kimseye para ile bakmak için anlaşmak; out ile, (tic). multezime vermek, kiraya vermek,icara vermek; beysbol idman takımına yerleştirmek. farming (i). çiftçilik.

farmer

(i). çiftçi; çiftlik sahibi veya kiracısı. farmer-general eski Fransa'da mültezim.

farmhouse

(i). çiftlik evi.

farmost

(s). en uzak.

farmstead

(i). çiftlik ve içindeki binalar.

farmyard

(i). çiftlik avlusu, çiftlik binaları arasındaki meydan.

faro

(i). bütün oyuncuların kâğıdı dağıtana karşı oynadıkları bir çeşit iskambil oyunu.

farout

(s)., (A.B.D)., argo makbul, geçerli; bilgili; tatminkar.

farrago

(i). karmakarışık şey.

farreaching

(s). uzaklara erişen,şümullü, geniş kapsamlı, geniş mikyasta.

farrier

(i)., (ing). nalbant, orduda baş nalbant; baytar. farriery (i). nalbantlık.

farrow

(i)., (s)., (f). bir batında doğan domuz yavruları; (s). yavrulamayan (inek); (f). yavrulamak (domuz).

farseeing

(s). uzağı gören, basiret sahibi.

farsighted

(s). uzağı iyi gören; (tıb).hipermetrop.

fart

(i)., (f)., kaba yellenme, osuruk; (f). yellenmek, osurmak.

farther

(s)., (z). daha uzak, daha uzun, öteki, ötedeki; (z). daha uzakta, daha ötede, daha ilerde; daha uzağa, daha fazla; bundan başka, ayrıca, buna ilâveten. farthermost (s). en uzak, en ötede, en ileride; (bak). further.

farthest

(s). en uzak; un uzun; (z). en uzakta, en ötede, en ilerde, en uzağa; (bak). furthest.

farthing

(i). çeyrek peni (eski biringiliz parası). It isn't worth a farthing. Beş para etmez.

farthingale

(i). eskiden kadınların giydiği çemberli etek veya iç eteği, jüpon, etegi kabartmak için alttan takılan çember.

fasade

(i). bir binanın yüzü, cephe, dış görünüş, yalancı görünüş.

fasces

(i)., (çoğ). eski Roma'da bazı hakimlerin önü sıra taşınan ve ortasında cellat baltası olan değnek demeti, hakimlik sembolü.

fascia

(i). (çoğ. -ciae) (anat). kas ve iç organları saran veya bağlayan ve deri altında bir tabaka meydana getiren liflerden oluşmuş bağdoku; (zool). geniş ve belirli renkli hat; şerit, kemer, sargı; (mim). mustevi bant, yatay bant.

fasciated

(s). şeritli, kemer veya sargı ile bağlı; (bot). bir çok dalların birleşmesinden meydana gelmiş ve yassılaşmış; renk renk çizgileri olan.

fascicle

(i). küçük demet, salkım, fasikul, cüz, kısım. fascicular (s). salkımlı; kısım kısım, bolümleri olan.

fascinate

(f). büyülemek, teshir etmek; meftun etmek, hayran bırakmak. fascinating (s). cazip, çekici, büyüleyici, meftun edici. fascina'tion (i). büyüleme, teshir, cazibe. fas'cinator (i). büyüleyici veya çekici şey; bir çeşit eşarp.

fascine

(i)., (ask). harpte bazı hafif istihkamlarda kullanılan çalı demeti.

fascism

(i). faşizm. fascist (i)., (s). faşist,faşist parti üyesi veya taraftarı; (s). bu parti ile ilgili, faşist.

fashion

(i)., (f). moda, adet, usul, kılık, biçim, şekil; tarz, üslûp; davranış; kibar sınıf hayatı; üst tabaka, yüksek zümre; (f). yapmak, şekil vermek. fashion to uydurmak. fashion plate en son modayı izleyen kimse; elbise modeli. after veya in a fashion şöyle böyle. after the fashion of gibi, tarzında. out offashion modası geçmiş, demode. set the fashion modada öncülük etmek. the latest fashion en son moda.

fashionable

(s). modaya uygun, kibar kimseler arasında revaçta olan. fashionably (z). modaya uygun olarak.

fast

(f)., (i). oruç tutmak, perhiz etmek; (i).. oruç, perhiz; oruç süresi. fast day oruç günü, perhiz günü. break one's fast orucu açmak,oruç bozmak, perhiz bozmak; kahvaltı etmek.

fast

(s)., (z). çabuk, tez, seri, süratli; ileri;ahlaksız, eğlenceye düşkün; sıkı, sabit, yerinden oynamaz, çıkmaz; sadık; metin, dayanıklı,solmaz; derin (uyku); (z). çabuk, süratle; sıkıca, sıkı olarak; tamamen, derin bir şekilde; yakında, yanında. fast color solmayan renk, sabit renk. fast friend yakın dost, sadık dost. fast shut sımsıkı kapalı. fast track spor düzgün koşu sahası. Iive fast ahaksızca yaşamak, çılgınca bir hayat sürmek, hızlı yaşamak. play fast and loose riyakarlık etmek; iki yüzlülük etmek. fast asleep derin uykuya dalmış. hold fast sıkıca tutmak, yapışmak; dayanmak.

fasten

(f). bağlamak, açılmayacak surette kapamak, sürmelemek, tutturmak; dikmek,ayırmamak (gözünü); üzerine atmak. He fastened his eyes on her. Gözlerini ona dikti. fastener (i). bağlayan şey, bağ, toka, bağlaç. fastening (i). kapalı tutan şey, raptiye, süngü, toka.

fastidious

(s). titiz, müşkülpesent. fastidiously (z). titizlikle. fastidiousness (i). titizlik, müşkülpesentlik.

fastigiateated

(s)., (bot). dik olarak aynı düzlemde biten (dallar), koni şeklinde (servi, kavak); (zool). koni şeklindeki demet gibi.

fastness

(i). metanet; kale, istihkâm,emin yer; sağlamlık; sürat.

fat

(s). (ter, test) (i). şişman, slang şişko; semiz, yağlı; bol ve iyi; bereketli; kârlı; dolgun;kalın; (i). yağ; bereketli ürün; semizlik. fat cat (A.B.D)., argo zengin adam; seçim öncesi partisine maddi yardımda bulunan kimse. a fatchance (A.B.D)., argo çok zayıf bir ihtimal,imkânsızlık. fathead (i). aptal kimse. fat lime halis kireç, kolay sönen kireç. fatwitted (s). ahmak. chew the fat argo konuşmak. Iive off the fat of the land her şeyin iyisiyle geçinmek. The fat is the fire. Kıyamet kopacak. iş patlak verecek. kill the fatted calf samimi karşılamak (uzun bir ayrılıktan sonra dönen kimseyi).

fatal

(s). öldürücü, mahvedici, yok edici; talihsizlik getiren; kadere bağlı, mukadder,önüne geçilemeyen. fatally (z). öldürücü bir surette, ölecek derecede; kadere bağlı olarak.

fatalism

(i). kader ve kısmete boyun eğme, tevekkül; her şeyi kadere bağlama inancı, fatalizm, kadercilik.

fatalist

(i). her şeyi kader ve kısmete bağlayan kimse, fatalist. fatalistic (s). her şeyi talih veya kadere bırakan. fatalistically (z). mukadderata bırakarak.

fatality

(i). kaza sonucu olan ölüm; felâket, musibet, uğursuzluk; kader, kısmet. fatalities (i). ölenler.

fatamorgana

(özellikle Messina Boğazında görülen) serap.

fate

(i). kader, takdir, kısmet, talih; ecel, helâk, ölüm; akibet, encam. the Fates kader tanrıçaları. fated (s). kadere dayanan, kadere bağlı; mahvolmaya mahkûm.

fateful

(s). mukadderatı tayin eden, mukadder, kaçınılmaz; tarihi önem taşıyan; meşum. fatefully (z). kaçınılmaz bir surette, mukadder olarak; meşum bir şekilde.

father

(i). baba, peder; ata, cet, soy, icat eden kimse, bani, pir; (b.h). Cenabı Hak, Allah; (kil)., (b.h). papaz; (çoğ). büyükler, ihtiyarlar. father confessor günah çıkaran papaz. fatherinlaw (i). kayınpeder. father of lies şeytan. Holy Father Papa. the Church Fathers Hıristiyanlığın ilk asırlarındaki dinî metinleri kaleme alan yazarlar. fatherhood (i). babalık sıfatı, babalık. fatherless (s). babasız, yetim. fatherliness (i). babacan tavırlar. fatherly (s)., (z). baba gibi, babacan.

father

(f). babası olmak; vücuda getirmek, icat etmek; oğul olarak kabul etmek; abaca davranmak. father on isnat etmek,atfetmek, yüklemek (bir kitabı, bir yazara).

fatherland

(i). anavatan, yurt.

fathom

(i). kulaç (uzunluk ölçü birimi).

fathom

(f). iskandil etmek; etraflıca anlamak. fathomable (s). anlaşılabilir; iskandil olunabilir. fathomless (s). dibine erişilmez, pek derin: anlaşılmaz.

fatidic

(s). kehanet kabiliyeti olan, gaipten haber veren, geleceği önceden haber verebilen.

fatigue

(i)., (f). yorgunluk, bitkinlik; zahmet, meşakkat, ağır iş; (mak). eskime, dayanıklığı kaybetme; (ask). kışla hizmeti; (çoğ)., (ask). kışla hizmeti sırasında askerlerin giydiği kalın ve dayanıklı elbise; (f). yormak, yorgunluk vermek; (mak). dayanıklığını kaybettirmek.

fatling

(i). besili hayvan, semiz hayvan.

fatsoluble

(s)., (kim). yağ içinde eriyebilen (vitamin).

fatten

(f). semirtmek, şişmanlatmak; gübrelemek; şişmanlamak, semirmek.

fatty

(s)., (i). şişman, semiz, yağlı; gübreli (i)., (aşağ). şişko, dobiş. fatty acid (kim). gliserid yapan asit, yağ asidi. fatty compounds (kim). yağlı bileşimler. fatty degeneration (tıb). yağ dejenerasyonu, olağanüstü şişmanlık. fatty tissue (anat). yağ dokusu. fattish (s). şişmanca, oldukça toplu.

fatuity

(i). ahmaklık, aptallık, budalalık, akılsızlık.

fatuous

(s). ahmak, aptal, budala. fatuously (z). ahmakça, budalaca.

faubourg

(i). varoş, şehir dışındaki mahalle, banliyö.

faucal

(s). boğaza ait.

fauces

(i)., ,(çoğ)., (anat). boğaz; (zool). helezoni deniz kabuğu ağzının içi.

faucet

(i). musluk.

faugh

ünlem Püf ! Aman ! Ne fena ! Berbat !Uf be!

fault

(i)., (f). kusur, kabahat, hata, yanlış; eksiklik, ayıp; spor faul, hata; (jeol). fay, çatlak; (f). kusur bulmak, kınamak, ayıplamak, takbih etmek; tenkit etmek; suçlamak, itham etmek; (jeol). fay husule getirmek. faultfinder (i). tenkitçi, her şeye kusur bulan kimse. be at fault kabahatli olmak. find fault with kusur bulmak. net fault spor net hatası, ağ hatası. through no fault of kabahati olmadan, hiçbir suçu yokken. to a fault aşırılıkla, ifratla. faultless (s). kusursuz, mükemmel. faultIessly (z). kusursuz bir şekilde, mükemmelen. faultlessness (i). kusursuzluk, mükemmellik.

faulty

(s). kusurlu, sakat, bozuk, yanlış. faultily (z). hatalı olarak.

faun

(i)., (mit). yarısı keçi yarısı insan olduğuna inanılan bir ilâh.

fauna

(çoğ. nae, faunas) (i). fauna,direy, bir memlekete veya bir jeoloji devrîne ait hayvanların topu; bu hayvanlar hakkında yazılmış eser.

fauteuil

(i)., (Fr). koltuk.

fauxpas

(Fr). kusur, kabahat, pot,toplum kurallarına aykırı davranış. make afaux pas pot kırmak, çam devirmek, kusurlu bir davranışta bulunmak.

favor

(i). yararlı bir yardım; teveccüh, güleryüz gösterme, lütuf, kerem; iltimas, kayırma, himmet; taraf tutma, himaye; iltifat; sima, çehre, yüz; ufak hediye, armağan; (çoğ). cinsi münasebet için müsaade etme. ask a favor ricada bulunmak. bestow favors on ayrıcalık tanımak, iltifat etmek. curry favor yaltaklanarak kendini sevdirmeye çalışmak. do a favor ufak bir yardımda bulunmak. favorless (s). sevimsiz, tutulmayan. in favor of lehinde, taraftarı; (tic). emrine (çek). out of favor gözden düşmüş.

favor

(f). müsamaha etmek, tarafını tutmak, iltimas yapmak, kayırmak, himaye etmek,işini kolaylaştırmak; onaylamak, tasdik etmek,tercih etmek: benzemek: dikkat etmek: lütuf göstermek: göz yummak. most favored nation clause diğer ülkelere tanınan kolaylıkları anlaşmayı imzalayan tarafa da sağlayan şart.

favorable

(s). uygun, müsait, elverişli, münasip; lütufkâr; taraftar, lehte; güzel. favorably (z). Lehinde, taraftar, iyi, yolunda.

favorite

(i)., (s). çok sevilen kimse veya şey; sevgili, gözde; spor kazanması beklenen yarışçı; (s). çok sevilen. favoriteson (pol). kendi seçim bölgesince başkanlığa aday gösterilen kimse. a favorite with tarafından sevilen, tercih edilen. favoritism (i). taraf tutma, adam kayırma.

favus

(i)., (tıb). kel hastalığı.

fawn

(i)., (s)., (f). karaca veya geyik yavrusu; açık kahverengi; (s). bu renkten olan; (f). doğurmak, yavrulamak (geyik, karaca). fawn color açık kahverengi. in fawn gebe (geyik).

fawn

(f)., on ile yaltaklanmak, yüz suyu dökmek, dalkavukluk etmek. fawningly (z). yaltaklanarak.

fax

(f). faksimile olarak kopya etmek.

fay

(i). peri.

faze

(f)., (A.B.D)., (k).dili telâşa düşürmek, iki ayağını bir pabuca sokmak; düşündürmek.

fbi

(kıs). Federal Bureau of Investigation.

fealty

(i). sadakat, Avrupa derebeyliğinde efendiye sadakat. swear fealty bi'at etmek, sadakat yemini etmek.

fear

(f). korkmak. Never fear. Korkma, öyle bir tehlike yok.

fear

(i). korku, dehşet; kuruntu, endişe, vehim. fear of God Allah korkusu. for fear of korkusundan. fearless (s). korkusuz, gözüpek, yılmaz. fearlessly (z). korkusuzca, yılmadan. fearlessness (i). korkusuzluk, gözüpek oluş.

fearful

(s). korku veren, korkunç; korkak, heybetli; dehşetli; çok fena. fearfully (z). korkarak; korkunç derecede, müthiş bir şekilde. fearfulness (i). korkaklık, ödleklik.

fearnaught

(i). bir çeşit kalın yünlü kumaş, bu kumaştan yapılmış palto.

fearsome

(s). dehşetli, korkunç; korkak.

feasance

(i)., (huk). bir vazifenin icrası.

feasible

(s). mümkün, yapılabilir, tatbik edilebilir; uygun, münasip, yakışık alır; ihtimal dahilînde, muhtemel, makul. feasibleness, feasibil,ity (i). uygulama imkanı, tatbik kabiliyeti. feasibility study ön hazırlık çalışması. feasibly (z). mümkün olacak surette.

feast

(i)., (f). ziyafet; bayram, yıl dönüşümü, yortu; (f). ziyafette yemek yemek, bol bol yemek; ziyafet vermek; sevindirmek. feast one's eyes on gözlerine zifayet çekmek, doya doya bakmak. movable feast her yıl değişik bir tarihe rastlayan yortu.

feat

(i). başarı, maharet gösteren olay. feat of arms kahramanca iş.

feather

(f). tüy takmak, kuş tüyü ile kaplamak, (den). pala çevirmek (kürek); tüylenmek, tüyleri bitmek. feather a propeller pervanenin kenarını uçağın gidiş yönüne çevirmek. feather one's nest küpünü doldurmak. tar and feather hakaret için bir kimseye katran sürüp üstüne tüy yapıştırmak, âlemin maskarası etmek. the feathered tribe kuşlar. feathering (i). tüy, ok yeleği.

feather

(i). tüy, kuş tüyü; okun arka ucundaki tüy, yelek; püskül. feather bed kuş tüyü yatak. a feather in one's cap iftihar edilecek başarı. birds of a feather aynı huya sahip kimseler. in high feather neşeli. fur and feather av hayvanları ve kuşları. show the white feather korkaklık göstermek. feathered (s). tüylü. featherless (s). tüysüz. feathery (s). tüylü, tüy gibi hafif, uçucu.

featherbed

(f)., (s)., (i). işsizliği önlemek için bir işe gereğinden fazla işçi almak; (s). bununla ilgili; (i). bu sistem.

featherbone

(i). yaka balinası yerine kullanılan kaz kemiği.

featherbrained

(s). kuş beyinli, budala, ahmak.

feathercut

(i). kısa kesilmiş bir saç modeli (kadın).

featheredge

(i). kolay bükülen sivri uç.

featherstitch

(i)., (terz). civankaşı dikiş, zikzak.

featherweight

(i). tüy siklet.

feature

(i)., (f). yüz uzuvlarından biri; (çoğ). sima, çehre; özellik, hususiyet, vasıf; hal, şekil; asıl filim; makale; (f). önem vermek, belirtmek, tebarüz ettirmek; (k).dili benzemek. be featured baş rolü oynamak, baş rolde olmak. Feature that (h). dili Düşün bir kere! fea tureless (s). hiçbir özelliği olmayan.

feb

(kıs). February.

febrifuge

(i). ateş düşürücü ilâç.

febrile

(s). hummalı, ateşli.

february

(i). şubat.

feces

(i). tortu, posa; pislik, bok, dışkı. fecal, faecal (s). tortulu; pislik ile ilgili, dışkıya ait.

fecit

(f)., (Lat). yapmıştır, amelehu (''bunu yapan'' anlammda sanatçının imzası ile beraber kullanılır).

feckless

(s). hünersiz, beceriksiz, elinden iş gelmeyen; cansız, zayıf.

fecula

(çoğ. lae) (i)., (kim). nişasta fekül.

feculence

(i). çamur, bulanıklık; tortu, posa.

feculent

(s). çamurlu, tortulu, bulanık.

fecund

(s). verimli, doğurgan; mahsuldar, bereketli.

fecundate

(f). gebe bırakmak, döllemek, ilkah etmek; verimli bir hale getirmek, bereketlendirmek, mümbitleştirmek. fecunda'tion (i). dölleme; bereketlendirme.

fecundity

(i). doğurganlık, veludiyet; verimlilik, müsmirilik; yaratıcılık.

fed

(bak). feed.

fedayeen

(i). (Arap memleketlerinde) komando, fedai; komando örgütü.

federal

(s). federasyon şeklinde; bir federasyona ait; birleşik devletlere ait. Federal (s)., (A.B.D). merkez hükümetine ait veya sadık; Amerikan iç Savaşında birleşme taraftarlarına ait. Federal Bureau of Investigation (ABD). ulusal polis örgütü, (FBI). Federal Reserve (A.B.D). merkezi bankacılık sistemi. Federal Trade Commission (A.B.D). ticari hayatı düzenleyen devlet dairesi.

federalism

(i)., (pol). federasyon halinde birleşme sistemi.

federalist

(i). federal sistem taraftarı.

federalize

(f). devletleri birleştirmek.

federate

(f)., (s). federasyon halinde birleştirmek; birleşik devletler hükümeti idaresi altında örgütlendirmek; (s). birleşik, müttefik, müttehit. federative (s). federasyona ait, federasyon esasına dayanan, federatif.

federation

(i). federasyon.

fedora

(i). fötr şapka.

fee

(i)., (f). ücret; duhuliye, giriş ücreti; tımar, zeamet; doktor ücreti, vizite; (f). ücret vermek; ücretle tutmak. fee simple (huk). mülk, hususi bir varisler sınıfına munhasır olmayan mülk, şartsız veraset. hold in fee (huk). mülken mutasarrıf olmak, mülke tam sahip olmak. retaining fee avukata peşin olarak ödenen ücret.

feeble

(s). zayıf, kuvvetsiz, dermansız, takatsiz. feeble joke soğuk şaka. feeble minded (s). geri zekâlı; iradesiz. feebleness (i). zayıflık, kuvvetsizlik. feebly (z). zayıf bir şekilde, hafifçe, kuvvetsizce.

feed

(f). (fed) yedirmek, beslemek, yiyeceğini vermek; malzemesini vermek, ihtiyacını temin etmek; desteklemek; gıdası olmak; otlamak; yemek yemek, gıda almak, beslenmek; spor pas vermek, geçirmek. feed on karnını doyurmak. feed up fazla yedirmek; semirtmek. fed up with argo bezmiş, gına getirmiş, bıkmış, usanmış. feeder (i). yemek veren kimse, besleyici şey; yemek yiyen kimse veya hayvan; besleyen çay veya ırmak; ana demiryoluna bağlı hat; çevre yolu.

feed

(i). yeme; yem, yemek; yiyecek, gıda; (mak). besleme, işlenecek malzemeyi makinaya verme; bu malzemeyi makinaya veren cihaz; bu suretle verilen malzeme. feedback (i). geri itilim. feedbag (i). yem torbası. put on the feedbag argo yemek yemek. feed line besleyici boru. feed pump besleyici tulumba. feed trough lokomotifin su deposu. feed valve besleyici valf. feed water kazan suyu. off one's feed iştahsız. out to feed otlakta, merada.

feel

(f). (felt) dokunmak, el surmek; elleri ile yoklamak; hissetmek, duymak; anlamak, görünmek, hissini vermek, intiba uyandırmak. feel cold üşümek. feel for acımak. feel hot ateş basmak, (colloq). sıcaklamak. feel in one's bones içine doğmak. feel keenly kuvvetle hissetmek. feel like doing canı yapmak istemek. feel like oneself tam sıhhatte olmak, iyi olmak. feel one's oats canlı olmak, kibirli olmak, böbürlenmek. feel one's pulse nabzını saymak. feel one's way yavaş yavaş ve ihtiyatla ilerlemek. feel up to iktidarı olduğunu hissetmek yapacak halde olmak.

feel

(i). dokuma hissi, temas, dokunum; dokunarak yoklama; his, duygu. from the feel of it dokununca; havasından.

feeler

(i). dokunan kimse veya şey, hisseden kimse veya şey; (zool). dokunaç; (mak). kalınlığı ölçmeye mahsus araç; deneme kabilinden bir teklif veya bir şey. put out feelers ağzını aramak, ne düşündüğünü anlamaya çalışmak.

feeling

(i)., (s). his, duyu, duygu, dokunma; dokunma hissi; (çoğ). his dünyası, iç âlemi, merhamet, şefkat; (s). duygulu, hisli, hassas; şefkatli; dokunaklı, tesirli. hurt one's feelings hatırını kırmak, gücendirmek. feelingly (z). tesir ederek, hissederek, duyarak, hislerle.

feet

(bak). foot.

feign

(f). yapar gibi görünmek; olduğundan başka görünmek, taklit etmek. feign madness deli taklidi yapmak. feignedly, feiningly (z). sahte olarak, hile ile.

feint

(i)., (f). vuracak gibi davranma, kandırıcı hareket; harp hilesi; (f). sahte taarruzda bulunmak; aldatıcı harekette bulunmak.

feldspar, feldspath

(i)., (min). feldispat. feldspathic (s). feldispata ait, içinde feldispat bulunan.

felicific

(s). saadet bahşeden, mutluluk getiren, sevindirici.

felicitate

(f). kutlamak, tebrik etmek. felicitate someone on an occasion bir kimsenin bayramını kutlamak, yaptığı bir işten dolayı bir kimseyi tebrik etmek. felicita'tion (i). tebrik, selâm.

felicitous

(s). mutlu, mesut; uygun, münasip, yerinde, isabetli. felicitously (z). memnun edici surette; isabetli olarak. felicitousness (i). mutluluk, saadet; isabet, yerinde oluş.

felicity

(i). mutluluk, saadet; nimet, refah; uygunluk; etkileyici ifade veya uslup.

feline

(s)., (i). kedi cinsinden, kedilere ait; kedi gibi; kurnaz; (i). kedi cinsinden hayvan.

fell

(f)., (bak). fall.

fell

(f)., (i). kesmek, kesip devirmek, yere yıkmak, düşürmek; mahvetmek; (terz). kumaşı kırmalı dikmek; (i). bir mevsimde kesilen tomruğun tümü; kırmalı dikiş.

fell

(s). zalim, insafsız vahşi, korkunç; öldürücü. in one fell swoop bir hamlede, bir çırpıda.

fell

(i)., (ing). kır; tepe (yalnız özel isimlerde).

fell

(i). post, deri, posteki.

fellah

(çoğ. fellahs, fellahin) fellah.

feller

(i). ağaç kesen kimse veya şey; (h). dili kişi, adam, şahıs.

felloefelly

(i). tekerlek çemberi, ispit.

fellow

(i)., (s). adam, kişi, herif, insan; slang ulan; arkadaş, yoldaş, refik; hemcins; akran, eş; doktora veya bilimsel araştırma bursu alan kimse; akademi üyesi. fellow citizen, fellow countryman vatandaş, yurttaş. fellow feeling ortak duygu, aynı şey başına geldiğinden başkasının halinden anlama. fellow laborer iş arkadaşı. fellow member aynı derneğin üyesi. fellow sufferer dert ortağı. fellow townsman hemşeri. fellow traveller yol arkadası, yoldaş; (A.B.D), (pol). (1940) aslında komünist olmayıp komünistlerle işbirliği yapan kimse; komünist sempatizanı. good fellow iyi çocuk, iyi arkadaş. hail fellow well met laubali kimse. old fellow arkadaş; azizim. poor fellow zavallı adam.

fellowship

(i). beraberce hoş vakit geçirme, arkadaşlık, refakat; samimiyet; üniversitede bilimsel araştırma için verilen burs; birlik; kurum, dernek, cemiyet, kulüp.

felly

(bak). felloe.

felon

(i)., (huk). suçlu, mücrim.

felon

(i)., (tıb). tırnak altında veya yakınında olan ufak yara, dolama.

felonious

(s). cümre ait, suç unsuru olan, suçlu. feloniously (z). cürüm halinde, suç işleyerek.

felonry

(i). mücrimler, mahkumlar.

felony

(i)., (huk). cinayet, cürüm, ağır suç.

felose

(çoğ. felones de se veya felos de se) (huk)., (Lat). intihar eden kimse, intihar etme.

felspar, felspath

(bak). feldspar.

felt

(bak). feel.

felt

(i)., (f). keçe, fötr; fötrden yapılmış her hangi bir şey; keçeye benzer madde; (f). keçe imal etmek; keçe ile kaplamak; keçelenmek. felt carpet keçe halı. felting (i). keçe, keçe kumaş.

felucca

(i). Akdeniz'e mahsus yelkenli kayık.

fem

(kıs). female, feminine.

female

(s)., (i). dişi dişil kadın cinsine mahsus; (bot). dişi; (mak). dişi; (i). kadın; dişi hayvan veya bitki.

feme

(i)., (huk). zevce, karı. feme covert (huk). evli kadın. feme sole hiç evlenmemiş, dul veya boşanmış kadın.

feminine

(s). kadın gibi, kadınımsı; kadına yakışır. kadına mahsus: (gram). dişil. feminine rhyme şiir son hecesi vurgusuz olan iki heceli kafiye. feminin'ity (i). kadmllk, kadınlık özelliği.

feminism

(i). kadın haklarını tanıtma mücadelesi, feminizm: (tıb). erkekte dişil özellikler bulunması.

feminist

(i). feminist, kadın hakları savunucusu.

feminize

(f).kadınlaştırmak, kadın gibi olmak, kadınlaşmak.

femme

(i)., (Fr). kadın. femme de chambre oda hizmetçisi. femme fatale baştan çıkartıcı kadın.

femoral

(s)., (anat). kalça kemiğine ait, uyluğa ait.

femur

(i)., (anat). kalça kemiği, uyluk.

fen

(i). bataklık, çayır.

fence

(i). parmaklık; tahta perde; çit; eskrimde kılıcın ustalıkla kullanılması; hazırcevaplık; çalınmış eşyaların alınıp satıldlğl yer ve bu işle uğraşan kimse. be on the right side of the fence kazanacak tarafta olmak. sit on the fence hangi tarafı tutacağını bilememek, ikilikte kalmak, tereddüt etmek.

fence

(f). çit veya parmaklıkla etrafını çevirmek: eskrim yapmak: çalınmış mal almak veya satmak; kaçamaklı konuşmak. fencer (i). eskrimci.

fencing

(i). eskrim; kaçamaklı cevap verme; çit veya parmaklık malzemesi; bir araziyi çevreleyen çit.

fend

(f)., eski esirgemek, muhafaza etmek, korumak. Heaven forfend ! Allah esirgesin! Allah korusun! Maazallah!

fend

(f)., off ile kovmak, uzaklaştırmak; bir şeyin bir yere çarpmasına engel olmak. fend for oneself kendini geçindirmek.

fender

(i). çamurluk; şöminenin önüne konulan paravana; lokomotif mahmuzu; uzaklaştırıcı şey veya kimse; (den). usturmaça.

fenestra

(çoğ. trae) (i)., (anat). ortakulak ile içkulağı birleştiren deliklerden her biri, pencere; (zool). bazı kelebeklerin kanadında bulunan şeffaf nokta; (tıb). bir uzuvda tedavi veya muayene için açılan delik. fenestral (s). pencereye ait. fenestrate (s). delikli veya pencereli. fenestra'tion (i)., (mim). pencerelerin tertibi; delikli veya pencereli olma: (tıb). delik açma ameliyesi.

fennec

(i). Afrika'da bulunan uzun ve sivri kulaklı bir cins ufak tilki, (zool). Fennecus zerda.

fennel

(i). rezene, raziyane, (bot). Foeniculum vulgare. broad-leaved hog-fennel padişah otu, (bot). Peucedanum ostruthium. giant fennel at kasnısı, (bot). Ferula comunis sea fennel deniz rezenesi, bot Crithmum maritimum.

fennelflower

(i). çörek otu, (bot). Nigella sativa.

fenny

(s). bataklık gibi; bataklıklı.

fenugreek

(i). çemenotu, (bot). Trigonella foenum graecum.

feoff

(i)., (f). (bak. fief) (huk). tımar, zeamet, ikta; (f). tımar veya zeamet gibi vermek.

feoffee

(i)., (huk). tımarlı, tımar sahibi, zaim. feoffment (i). tımar, zeamet veya tapu verme.

feral

(s). vahşi, yabani, ehli olmayan: şiir ölü ile ilgili, öldürücü.

ferdelance

(i). Güney Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan iri ve çok zehirli yılan, (zool). Bothrops atrox.

feretory

(i). bir azizin ölüsünden veya eşyasından geriye kalan kutsal emanetlerin konduğu sandık, bu emanetlerin saklandığı oda.

ferial

(s). yortu veya tatil günlerine ait; (kil). yortu veya perhiz günü olmayan günlere ait, adi günlerle ilgili.

ferine

(s). vahşi, yabani.

feringi

(i) Frenk, Hintlilerin AvrupaIılara verdikleri isim.

ferity

(i). vahşilik, yabanilik; gaddarlık.

fermata

(i)., (müz). durak ve uzatma işareti.

ferment

(i)., (kim). tahammür ettiren şey, maya; tahammür, mayalanma, ekşime; telâş, karışıklık, galeyan, heyecan.

ferment

(f). mayalanmak ekşimek, tahammür etmek; mayalandırmak, tahammür ettirmek: coşmak (fikir), heyecanlanmak, telaş etmek.

fermentation

(i). mayalanma, fermantasyon, tahammür: galeyan, heyecan, fer'mentative (s). mayalanan, mayalayan: mayalanma sonucu hasıl olan.

fern

(i)., (bot). eğreltiotu gibi Filicineae sınıfından bitki. brake fern kuzgun otu, (bot). Pteris aquilina. maidenhair fern baldırıkara, (bot). Adiantum capillus Veneris.

ferocious

(s). vahşi, yırtıcı, kudurmuş: (k).dili felâket. ferociously (z). vahşice.

ferocity

(i). vahşilik, vahşet.

ferous

sonek içine alan, taşıyan: coniferous (s). kozalaklı.

ferrate

(i)., (kim). demir asidi tuzu, asitferik tuzu.

ferret

(f)., out ile gizlendiği yerden bulup çıkarmak, kovmak; araştırmak; gelincikle avlamak.

ferret

(i)., (zool). tavşan veya sıçan tutmak için kullanılan gelinciğe benzer ufak bir hayvan, dağ gelinciği.

ferret, ferreting

(i). bir çeşit ensiz şerit.

ferri

önek, (kim). demirli.

ferriage

(i). kayık veya sahil gemisine ödenen geçiş ücreti, feribot parası; kayık veya vapurla bir sahilden karşıya geçme.

ferric

(s). demire ait, demirli; (kim). içinde yüksek değerde demir iyonu bulunan.

ferriferous

(s)., (kim). demirli.

ferriswheel

dönme dolap.

ferrite

(i)., (kim). Fe2-O3 ihtiva eden bir karışım; demir ve çelikte bulunan demir filizi.

ferro

Önek demirli. ferrochrome (i). sert çelik imalinde kullanılan bir demir ve krom karışımı. ferroconcrete (i). betonarme. ferrocyanide (i). ferosiyanit asidinin tuzu. fer romagnetic (s). yüksek mıknatıs gücü olan.

ferrotype

(i)., (foto). ince demir levha üzerine çekilen fotoğraf ve bu şekilde fotoğraf çekme usulü.

ferrous

(s). demirli, demirden oluşan; (kim). iki değerli demiri ihtiva eden; (bak). ferric.

ferruginous

(s). demirli; pasa benzer, pas renginde.

ferrule

(i). baston ucuna geçirilen demir veya madeni halka, yüksük, başlık; (bak). ferule.

ferry

(i)., (f). feribot; nehir veya gölde bir iskeleden diğerine geçmek için kullanılan vapur; (f). vapurla karşı yakaya taşımak. ferry service sahil seferi, feribot servisi.

fertile

(s). verimli, mümbit, bereketli; (biyol). üreyebilen; doğurgan. fertil'ity (i). verimlilik, mümbitlik, bereket; üreyebilme; doğurganlık.

fertilecrescent

Türkiye ve Irak'ı içine alan hilal şeklindeki bir toprağı kapsayan ve tarım alanı olarak kullanılan verimli bir saha.

fertilize

(f). gübrelemek, verimini artırmak, kuvvet ve bereketini çoğaltmak; (bot)., (biyol). döllemek, tohumlamak, aşılamak. fertiliza'tion (i). ilkah; aşılama; verimini artırma, mümbitleştirme, gübreleme. fer'tilizer (i). gübre, kimyevi gübre.

ferula

(i). şeytantersi, (bot). Ferula; çomak, asa.

ferule

(i)., (f). öğrencinin eline vurmaya mahsus sopa; (f). bu sopayla dövmek.

fervency

(i). hararet, şiddet ve hiddet, şevk, iştiyak, gayret.

fervent

(s). şevkli, gayretli, hararetli, sıcak, ateşli. fervently (z). şevkle, hararetle, gayretle. fervor (i). ateşlilik, hararet, şevk, gayret.

fervid

(s). çok şevkli, aşırı gayretli. fervidly (z). şevkle, gayretle.

fervor

(i). şiddetli arzu, iştiyak, şevk, gayret.

fescennine

(s). müstehcen, açıksaçık, kaba, ahlaksız, ayıp.

fescue

(i). bir çayır otu, (bot). Festuca.

festal

(s). bayram veya yortuya ait; şen, sevinçli, eğlenceli.

fester

(f)., (i). iltihaplanmak, azmak; çürümek, küflenmek; kuruntu etmek; (i). iltihap.

festination

(i)., (tıb). sinirlilikten ileri gelen hızlı yürüme temayülü.

festival

(i). bayram, yortu; festival, şenlik.

festive

(s). bayrama ait, festivalle ilgili; şen, neşeli.

festivity

(i). festival; bayram, şenlik, eğlence.

festoon

(i)., (f). kavis şeklinde sarkan çiçek veya krepon kâğıdından yapılmış kordon; (güz.san). bu desende kabartma süs: (f). böyle çiçek veya kâğıtla süslemek.

fetal, feotal

(s). cenine ait.

fetch

(f)., (i). alıp getirmek, getirmek; gelir sağlamak, hasılat getirmek; (k).dili memnun etmek; (h). dili vurmak (darbe); (den). volta vurmak; limana varmak; (i). alıp getirme; uzanıp alma; mesafe; hile, (colloq). dolap. fetch a compass (den). bir devir yapmak, dolaşmak. fetch and carry öteye beriye koşuşup iş görmek. fetching (s)., (k).dili cazibeli, çekici, alımlı.

fete

(i)., (f). ziyafet; açık hava eğlencesi, piknik; (f). ziyafet vermek; ağırlamak. fete champetre (Fr). açık hava eğlencesi.

feterita

(i). bir çeşit süpürge darısı.

fetid, foetid

(s). kokmuş, kokuşmuş, taaffün etmiş. fetidness (i). kokuşma, taaffün.

fetish

(i). fetiş fetishism (i). fetişizm.

fetlock

(i). atın topuğu; topuk kılları; topuk mafsalı.

fetor, foetor

(i). pis koku.

fetter

(i)., (f). pranga, bukağı; (gen). (çoğ). engel, mani; (f). ayağına zincir vurmak, elini ayağını bağlamak; bağlamak, engellemek, mani olmak, kayıt altına almak.

fettle

(i), (f). hal; (end). demir işlemesinde ocağa serilen taş kırıntıları; (f). bu taş kırıntılarını sermek. in fine fettle iyi halde, zinde.

fetus, foetus

(i)., (biyol). cenin, dölüt. fetal, foetal (s). cenine ait.

feud

(i)., (f). kan davası; kavga; (f). ihtilâflı olmak, kavga etmek. feud with kavgalı olmak, husumet beslemek.

feud, feod

(i). tımar, zeamet.

feudal

(s). derebeyliğe ait. feudal system Avrupa derebeylik sistemi. feudalism (i). derebeylik feudal'ity (i). derebeylik; tımar, zeamet.

feudatory

(i). tımarcı.

feuilleton

(i)., (Fr). Avrupa gazetelerinde roman veya sanat eleştirisine ayrılan sütun; bu sutunda çıkan yazı.

fever

(i)., (tıb). ateş, hararet, sıcaklık, humma; telaş, heyecan, asabiyet. fever heat hararet, ateş. fever tree sıtma ağacı. be in a fever yanmak, ateş basmak, hararetli olmak; telâş etmek, merak etmek. black water fever (tıb). karasu humması. hay fever saman nezlesi. scarlet fever kızıl humma. typhoid fever tifo. typhus fever tifüs, lekeli humma. yellow fever sarı humma. fevered (s). ateşli, hararetli olan.

feverfew

(i). âkırkarha, bir çeşit kasımpatı, koyungözü, (bot). Chrysanthemum parthenium.

feverish

(s). hararetli, ateşli; ateş veren, sıtma getiren, sıtmalı; heyecanlı, telâşlı, sabırsız. feverishly (z). hararetle, çok faal olarak. feverishness (i). ateşlilik, hararet; asabiyet.

few

(s)., (i). az; (i). az miktar. a few birkaç. a few of his friends dostlarından bazıları. a man of few words az konuşan adam. every few days birkaç günde bir. not a few pek de az değil, birçok. some few birkaç, birkaç kişi. quite a few birçok. the few seçkin kişiler, güzideler.

fey

(s). kaçık, çatlak; ince, narin, sevimli; peri hissini veren.

fez

(i). fes.

ff

(kıs). folios, following, fortissimo.

fiacre

(i). küçük atlı araba.

fiannafail

irlandada aşırı milliyetçi parti.

fiasco

(i). başarısızlık, muvaffakiyetsizlik, bozgun, yenilgi, hezimet, fiyasko.

fiat

(i). emir; karar. fiat money (A.B.D). yalnız hukümet kararına dayanarak tedavüle çıkarılan kâğıt para. Fiat lux! (Lat). Nur olsun !

fib

(i)., (f). (bed, bing) küçük yalan, uydurma; (f). yalan söylemek, uydurmak, slang atmak. fibber (i). yalancı.

fiber, (ing). fibre

(i). Iif, iplik, tel; karakter. fibered (s). Iifli, telli. fiberboard (i). komprime liflerden yapılmış tahta. fiberglass (i). cam elyafı.

fibril

(i). küçük lif veya tel.

fibrillation

(i). Iif veya tellerin meydana gelmesi; (tıb). kalp hastalığında kalbin fazla hızlı ve zayıf çarpması.

fibrin

(i)., biyokim. fibrin.

fibrinogen

(i)., (biyokim). kan pıhtısını meydana getiren madde, fibrinojen.

fibroid

(s). Iifli, lif gibi, liften yapılmış. fibroid tumor lifli tümör.

fibroma

(i)., (tıb). lifli tümör.

fibrosis

(i)., (tıb). hücre aralarındaki lifli bağdokunun artması, fibrosis.

fibrous

(s). Iifli.

fibula

(çoğ. -lae) (i)., (anat)., (zool). dizden aşağıdaki iki incik kemiğinden küçük olanı, kamış kemik, fibula; eski Roma'da elbiseyi tutturmak için kullanılan kancalı büyük iğne veya broş.

fichu

(i). üçgen omuz atkısı; üç köşeli pelerin.

fickle

(s). dönek, kararsız, (colloq). maymun iştahlı. fickleness (i). döneklik, kararsızlık.

fictile

(s). topraktan yapılmış; biçime girer, şekil alır; çömlek işine ait.

fiction

(i). roman ve hikâye edebiyatı, kurgusal edebiyat; hayal, icat, masal, uydurma hikâye; yalan; (huk). kolaylık olsun diye hakikat gibi farzolunan şey fictional s roman ede biyatına ait; hayali fictionalize f roman şekline sokmak fictionist i romancı, hikâyeci.

fictitious

(s). uydurma, hayali fictitiously (z). hayal mahsulu olarak. fictitiousness (i). hayal mahsulu oluş.

fictive

(s). masal veya hayal kabilinden; hayali, uydurma, sahte.

fid

(i)., (den). kaşkaval; mandal; (den). çelik; tahta veya madeni çubuk.

fiddle

(i)., (f)., (müz)., (leh). veya alay keman; (den). fırtına olduğu zaman tabaklar düşmesin diye so'fra kenarına çekilen tahta veya ip korkuluk; (mak). rende makinasında aletleri tutan çerçeve; (f)., (k).dili keman çalmak; sinirli sinirli parmaklarını oynatmak; boş şeylerle vakit geçirmek. fiddle away zaman öIdürmek için meşgul olmak. fit as a fiddle zinde ve neşeli. play second fiddle ikinci derecede rol oynamak.

fiddlededee

ünlem, eski Boş Iâf ! Saçma !

fiddlefaddle

(i). saçma sapan söz.

fiddler

(i)., (aşağ). kemancı. fiddler crab toprağı eşmek için kullandıgı iri kıskacını keman tutar gibi tutan bir çeşit yengeç.

fiddlestick

(i). keman yayı; saçmalık, boş şey. Fiddlesticks! ünlem, eski Saçma!

fiddlewood

(i). Karayib Adalarına mahsus bir ağaç.

fidelity

(i). sadakat, vefa; doğruluk. high fidelity (elek). sesi tabii olarak kaydetme sistemi.

fidget

(i)., (f)., (çoğ). huzursuzluk, rahatsızlık, sinirlilik: yerinde duramayan kimse; (f). rahat oturamamak, yerinde duramamak, durmadan kımıldanmak veya kımıldatmak. fidgety (s). rahat durmayan, kıpır kıpır.

fiducial

(s). güvenen, emniyet ve itimat eden; emniyet ve itimat kabilinden; (fiz). miyar veya ölçü birimi türünden. fiducially (z). emaneten, güvenle, emniyetle.

fiduciary

(s)., (i). itimada dayanan; emanet olan, emanet; itibari; (i). emin, mütevelli, mutemet.

fie

ünlem Aman! Ayıp! Yuh!

fief

(i). tımar, zeamet.

field

(i)., (f). çayır, kır, otlak, mera; tarla; saha, meydan, alan; savaş meydanı; oyun sahası; bir yarışmaya katılanlar; fırsat; (han). zemin; (fiz). saha, tesir sahası, etki alanı; (f). top oyunlarında meydancı olmak; topu yakalayıp atmak. field artillery (ask). sahra topçusu. field corn hayvan yemi olarak yetiştirilen mısır. field day spor bayramı. field events bir atletizm karsılaşmasında yüksek atlama, cirit atma gibi yarışmalar. field glasses çifte dürbün. field hospital sahra hastanesi. field knautia, field scabious misk çiçeği, (bot). Knautia arvensis. field magnet (mak). motorda sabit bobin. field marshal mareşal, müşir. field mouse tarla faresi. field officer (ask). binbaşı, yarbay veya albay; alay komutanı. fieldpiece (i). sahra topu field sports atletizm; av gibi açık hava sporları. fieldstone (i). (inşaatlarda kullanılan) yontulmamış taşlar. field trip (öğretimde) gezi, tatbikat. fieldwork (i)., (ask). hafif istihkâm. field work bir bilginin yaptığı araştırma ve çalışma. a fair field bir yarışmada eşit şartlar. hold the field yerini muhafaza etmek. play the field (A.B.D). bir kişiye bağlanmayıp değişik kimselerle flört etmek. take the field sefere çıkmak. wide field of vision geniş görüş alanı. fielder (i)., beysbol dış meydan oyuncusu. to field questions gazetecilerin sorularına cevap vermek; cevaplandırmak.

fieldfare

(i). ardıç kuşu, (zool). Turdus pilaris.

fiend

(i). şeytan, ifrit, canavar, iblis, zebani: (k).dili bir şeye düşkün olan kimse, meraklı veya tiryaki kimse.

fiendish

(s). şeytani, seytanca; gaddar, zalim. fiendishly (z). şeytancasına. fiendishness (i). canavarlık.

fierce

(s). şiddetli, hiddetli, sert, vahşi; öfkeli: hararetli, şevkli, ateşli; argo çok berbat. fiercely (z). şiddetle, sert bir şekilde. fierceness (i). şiddet, sertlik, vahşet.

fierifacias

(Lat)., (huk). mahkeme memuruna verilen yazılı haciz emri.

fiery

(s). ateşli, ateşten, ateş gibi; hararetli, şevkli; hummalı, harareti olan; kızgın, ateş kesilmiş; tutuşabilir.

fiesta

(i)., (isp). yortu, bayram, şenlik.

fife

(i)., (f). asker düdüğü, fifre; (f). düdük çalmak. fifer (i). düdük çalan kimse, düdükçü. fife rail (den). armadura.

fifteen

(s)., (i). on beş, on beş rakamı (15, XV). fifteenth (s)., (i). on beşinci; (i). on beşte bir.

fifth

(s)., (i). beşinci, beşte bir; (muz). bir notadan beş derece tiz veya pes olan enterval. a fifth (A.B.D). (içki ölçüsü) galonun beşte biri, 84 santilitre. Fifth Amendment (A.B.D). anayasasında bir kimsenin kendi suçları hakkında şahitlik etmeme hakkı. Fifth Avenue New York'ta büyük mağazaların bulunduğu cadde. fifth column beşinci kol. fifth wheel gereksiz şey veya kimse.

fiftieth

(s)., (i). ellinci; (i). ellide bir.

fifty

(s). (i). elli; (i). elli rakamı (50, L) fifty-fifty (s). yarı yarıya.

fig

(kıs). figurative, figure.

fig

(i). incir ağacı; incir, yemiş; önemsiz herhangi bir şey. figleaf (i). incir yaprağı; gizlenmesi gereken şeyin örtüsü. Bengal fig Hint inciri, (bot). Ficus bengalensis. coprifig (i)., wild fig yaban inciri, (bot). Ficus carica. mulberry fig Arabistan inciri. purple fig kavak inciri.

fig

(i)., (f). (ged, ging) esvap, üstbaş, donatım; hal: (f)., (k).dili donatmak, süslemek. in full fig giyimli; tam teçhizatlı.

fight

(i)., (f). (fought) kavga, dövüş, savaş, muharebe; mücadele; savaş veya mücadele eğilimi; (f). savaşmak, kavga etmek, dövüşmek, dövüştürmek; mücadele etmek, uğraşmak. fight it out mücadele yoluyla hesabını görmek. fight off püskürtmek, defetmek. fight shy of kaçınmak. running fight devam eden mücadele; kaçıp kovalama. show fight pes dememek, her an mücadeleye hazır olmak. fighting (i). savaş, mücadele, kavga. fighting chance çetin bir uğraş sonucu kazanılabilecek zayıf bir başarı ihtimali. fighting cock dövüş horozu. fighter (i). savaşçı; mücadele ruhu olan kimse; avcı uçağı.

figment

(i). icat, hayal, uydurma.

figuline

(i). çanak çömlek; kil, toprak.

figurant

eril, figurante dişil (i). figüran; balede figüran.

figurate

(s). belli bir biçimde.

figuration

(i). şekil veya biçim verme, şekle sokma; tasvir, temsil; şekil, şekillerle süsleme; (müz). bir parçayı fazla notalarla süsleme.

figurative

(s). mecazi, remzi, timsali; süslü; tasviri. figuratively (z). mecazi olarak.

figure

(i). rakam, numara, adet; değer, fiyat; vücut yapısı, endam, boybos; yüz, çehre, sima, gösteriş, görünüş; hal, tavır; şahsiyet, şahıs, resim, suret; (geom). şekil; (edeb). mecaz, istiare; dansta figür. figure dancer figür yapan dansör veya dansöz. figurehead (i). sözde mevki sahibi, gerçek yetki sahibi olmayan kimse; (den). gemi aslanı gibi oyma süs. figure of speech mecaz, istiare, kinaye. figure skating figür yaparak paten kayma. at a low figure ucuz fiyata. income in five figures beş rakamlı gelir. keep one's figure şişmanlamamak, kilo almamak, vucudunu iyi muhafaza etmek.

figure

(f). hesaplamak; tasvir etmek, resmetmek; şekil çizerek göstermek; desenlerle süslemek; hayalen canlandırmak; mecaz yoluyla ifade etmek; (k).dili düşünmek; (müz). süslemek; görünmek. figure on (k).dili güvenmek, hesaba katmak, dayanmak. figure out hesaplamak, düşünmek. figure up hesap etmek, toplama yapmak.

figurine

(i). küçük heykel, heykelcik.

figwort

(i). sıracaotu, (bot). Scrophularia.

fiji islands

Fiji adaları.

filament

(i). tel, iplik, lif; (bot). ercik sapı; lamba teli.

filariasis

(i)., (tıb). kan ve bağırsak parazitlerinden ileri gelen hastalık.

filature

(i). iplikçilik; iplik fabrikası, iplikhane.

filbert

(i). fındık, (bot). Corylus avellana.

filch

(f). çalmak, aşırmak, slang yürütmek.

file

(i)., (f). eğe, törpü; (f). eğe ile düzeltmek, eğelemek, torpülemek. file fish dikenli çütre balığı, (zool). Stephanolepis ocheticus. double-cut file çapraz dişli eğe.

file

(i)., (f). dosya dolabı, dosya gözü; dosya, klasör; sıra, dizi, kuyruk; satranç karşı tarafa doğru bir kareler sırası; (f). dosyalamak; dosyaya geçirmek; (huk). dosyaya geçirilmek üzere evrakı ilgili memura teslim etmek; askerleri sıra ile yürütmek. file an application müracaat formunu doldurup ibraz etmek. file a complaint yazılı olarak şikâyet etmek. filing cabinet dosya dolabı; evrak klasörü. file clerk dosya tutan memur. filing system dosyalama sistemi. Indian file birbiri arkasından dizilen sıra. on file dosyaya geçirilmiş (evrak). rank and file fertler, halk, amme. single file tek sıra (insanlar).

filet

(i). file, ağ, saç filesi; fileto, biftek. filet mignon fileminyon.

filial

(s). evlâda ait, evlâda yakışır. filially (z). evlada yakışır bir şekilde.

filiate

(f)., (bak). affiliate.

filiation

(i). birinin evlâdı oluş, evlatlık; aynı soydan gelme, dallara ayrılma; (huk). babalığı hükmetme.

filibeg

(i). iskoçyalıların giydiği eteklik.

filibuster

(f)., (i)., (pol)., (A.B.D). engellemek, bir kanunun kabul edilmesini önlemek için vakit geçirici konuşmalar yaparak kürsüyü işgal etmek; (i). böyle bir engelleme; korsan, haydut.

filiform

(s). iplik veya lif şeklinde.

filigree

(i)., (s). kuyumculukta telkâri iş, telle işlenmiş tezyinat; buna benzer desen; (s). telkâri.

filings

(i). eğe talaşı.

filipino

(i). Filipin Adaları halkından biri.

fill

(f)., (i). doldurmak, tatmin etmek; yapmak, icra etmek; işgal etmek, tutmak; dolmak, doymak, kabarmak, şişmek; hazırlamak (reçete); (i). dolumluk, doyumluk, dolduracak miktar; toprak tesviyesinde kullanılan toprak veya moloz. fill in doldurmak, eksiğin yerini doldurmak, vekillik yapmak. Fill me in on the situation. Durumu bana izah et. fill out doldurup kabartmak ve şişirmek, dolup kabarmak; (fişi) doldurmak. fill the bill (A.B.D)., (k).dili ihtiyacı karşılamak. fill a tooth (dişçi). dolgu yapmak. fill up tamamen doldurmak; dolmak. have one's fill doymak.

filler

(i). delik tıkamak için kullanılan herhangi bir şey; (boyada) astar; puronun içine konulan tütün; (gazet). boşluk doldurmak için kullanılan kısa yazı.

fillet

(i). saçları tutmak için başa bağlanan kurdele veya bant; kemiksiz et veya balık, fileto; tiriz, pervaz; (mim). dar ve düz silme; kitap kapağı üstüne basılan süs çizgisi.

filling

(i). doldurma; dolma içi; doldurulan herhangi bir şey; (dişçi). dolgu. filling station benzin istasyonu.

fillip

(i)., (f). fiske; teşvik edici veya harekete geçirici herhangi bir şey; önemsiz şey; (f). fiske vurmak; teşvik etmek, harekete geçirmek.

fillister

(i). oluk rendesi; oluk.

filly

(i). kısrak; (k).dili canlı genç kız.

film

(i)., (f). zar; ince örtü, ince tabaka; ince tel, lif; (f). zar veya ince bir örtü ile kaplamak; zar bağlamak. filminess (i). zarla veya ince bir tabaka ile kaplı olma. filmy (s). zarlı, ince bir tabaka ile kaplı.

film

(i)., (f)., (foto)., (sin). filim; (f). filim çevirmek, filim yapmak. film fan sinema meraklısı. film pack düz fotoraf filimleri paketi. film speed filim hassaslığı. film strip konferanslarda yardımcı olarak gösterilen hareketsiz filim serisi.

filoselle

(i). floş, bir çeşit ipek teli.

filter

(i)., (f). filtre; süzgeç; (f). süzmek, süzülmek, süzgeçten geçirmek veya geçmek, filtreden geçirmek; filtre vazifesi görmek; sızmak, duyulmak (haber, söylenti). filter bed filtre havuzu. filter paper filtre kâğıdı. color filter renk filtresi, yalnız belirli ışınları geçiren filtre. oil filter (oto). yağ süzgeci.

filterable

(s). filtreden geçebilen.

filth

(i). pislik, kir, murdarlık; ağzı bozuk olma. filthiness (i). kir, kirlilik, pislik. filthy (s). pis, kirli; ahlakı bozuk, iğrenç.

filtrate

(f)., (i). süzmek; (i). süzülmüş sıvı, filtreden geçen sıvı.

filum

(i). (anat). iplik, lif, filum.

fimbriated

(s)., (zool). saçaklı, püsküllü.

fin

(i). yüzgeç; yüzgece benzeyen sey; (den). salma omurga; (hav). sabit dikey yüzey. finback (i). bir çesit balina. fin keel (den). kotra omurgası. dorsal fin (zool). sırt yüzgeci. pectoral fin (zool). göğüs yüzgeci.

finagle

(f)., (k).dili hile yaparak elde etmek; aldatmak, kandırmak.

final

(s)., (i). son, nihai; kati, kesin; sonuncu; (i)., (matb). son baskı; (çoğ)., spor kesin sonuç veren oyun, final, bir spor karşılaşmasmın son ve kati denemesi; sömestre sonu imtihanı. finally (z). nihayet, sonunda. final cause nihai maksat, son gaye.

finale

(i)., (müz). final, bitiş.

finalist

(i)., spor finale kalan yarışmacı, finalist.

finality

(i). kesinlik, katiyet; nihai oluş.

finalize

(f). bitirmek, son şeklini vermek.

finance

(i)., (f). maliye, mali işler; (çoğ). mali durum; gelir; (f). bir kimsenin veya müessesenin mali işlerini idare etmek; bir işin masraflarını karşılamak; mali teşebbüslere sermaye yatırmak veya temin etmek. financial (s). mali. financial engagements mali taahhütler, akçalı yüklenmeler. financially (z). mali bakımdan.

financier

(i). maliyeci, sermayedar; banker.

finch

(i)., (zool). ispinoz (kuş).

find

(f). (i). bulmak, keşfetmek; anlamak, sezmek; tedarik etmek; arayıp bulmak; ulaşmak, erişmek; (i). buluş, bulunmuş şey, bulgu, keşif. find expression ifade edilmek; kendini göstermek. find fault (with) kusur bulmak. find for the plaintive (huk). davacı lehine karar vermek. find guilty suçlu çıkarmak, mahkum etmek. find oneself olmak; kendini bulmak, kendine gelmek. find one's feet durumu düzeltmek, kendini geçindirecek hale gelmek, istidatlarını geliştirmek. find out öğrenmek, haberdar olmak, farkına varmak, anlamak. find wanting kusurlu bulmak, eksik bulmak. finder (i). bulucu; (astr). büyük teleskopa iliştirilen ve keşif vazifesini gören ufak teleskop; (foto). vizör. finding (i). bulunmuş veya keşfedilmiş şey; bulgu; sonuç, netice, karar.

findesiecle

(Fr). on dokuzuncu yüzyılın sonu; 1880-1910 devrinin özelliklerini arzeden. fin-de-siecle (s). çökmüş, soysuzlaşmış.

fine

(i)., (müz). son.

fine

(s)., (z)., (f). güzel, ince, zarif; (saf, katkısız, katışıksız, halis; hassas, ince ruhlu, duygulu; ala, mükemmel, üstün: berrak, açık; (z)., (k).dili güzel, hoş, iyi; (f). toz haline getirmek; güzelleşmek. fine arts güzel sanatlar. finedraw (f)., (terz). kumaşın iki kenarını görünmez surette birbirine dikmek; inceltmek (tel). finedrawn (s). inceltilmiş (tel), bütün ayrıntılarıyla düşünülmüş. in fine feather (k).dili havasında. finegrained (s)., (bot). ince damarlı (ağaç); (foto). ince tanecikli. fine-spoken (s). kibar bir şekilde konuşan. finespun (s). ince eğrilmis; aşırı derecede ince. fine-toothed comb ince dişli tarak. go over the matter with a fine-toothed comb meseleyi inceden inceye gözden geçirmek, ince eleyip sık dokumak. a fine distinction ince fark. afine lady hanımefendi. fine gold saf altın. My fine fellow ! Oğlum ! Yahu ! some fine day günün birinde. finely (z). inceden inceye, güzel bir şekilde. fineness(i). incelik, zarafet, güzellik; karışımdaki saf altın oranı.

fine

(i)., (f). para cezası; (f). para cezasına çarptırmak. finable (s). para ile cezalandırılabilir, para cezası verilebilir.

finery

(i). süs, şıklık; süslü giyim.

finery

(bak). refinery.

finesse

(i)., (f). incelik; kurnazlık, hile, ustalık; (f)., iskambil fines yapmak; ustalıkla durumu idare etmek.

finger

(i)., (f). parmak; parmak gibi şey; parmak boyu; (A.B.D). alkol ölçüsü; (f). parmakla dokunmak, el sürmek, parmakların arasına alıp oynamak, ellemek; çalmak, aşırmak; (A.B.D)., argo ele vermek; parmaklarla ince iş yapmak; (müz). parmakla çalgı çalmak, notaların hangi parmakla çalınacağını göstermek. fingerboard (i). keman veya ut sapı; piyano klavyesi. finger bowl sofrada parmak yıkayacak kap, el tası. finger post yön belirtmek için yol ağızlarına dikilen parmak şeklindeki levha. finger painting ıslak kâğıt üzerine parmaklar ve elin bütünü ile desenli resim yapma. fingerprint (i). parmak izi. finger tip parmak ucu. burn one's fingers bir kimsenin işine karışıp kendi başınaa dert açmak. get one's fingers on kapmak, el atmak. have a finger in the pie iştirak etmek, katılmak, çorbada tuzu bulunmak, işe karışmak. have at one's finger tips çok iyi bilmek. Iet slip through one's fingers elinden kaçırmak. My fingers itch to do it. Bu işi yapmak için sabırsızlanıyorum. şu işi bir an evvel yapsam. put one's finger on bulmak, doğru olarak gösterebilmek. put the finger on suç ortağını polise haber vermek, soyulacak evi seçmek; kurbanını seçmek. to the finger tips tırnaklarının ucuna kadar, tamamen. twist around one's little finger parmağının ucunda oynatmak.

fingering

(i). parmakla dokunma, yoklama; (müz). parmakları kullanma usulü.

fingerling

(i). parmak büyüklüğünde balık yavrusu.

finial

(i)., (mim). Gotik binaların tepelerindeki süs.

finical

(s). titiz, kılı kırk yaran, çok meraklı. finically (z). kılı kırk yararak, titizlikle.

finicking, finicky

(s). titiz, kılı kırk yaran, çok meraklı.

finis

(i). son, hitam, nihayet.

finish

(f)., (i). bitirmek, sona erdirmek; tamamlamak, ikmal etmek; terbiye etmek; mahvetmek; telef etmek, yıkmak; (k).dili yok etmek; bitmek, sona ermek, nihayet bulmak; (i). nihayet, son; en mükemmel durum, son iş, cila, rötuş. finish off veya up bitirmek. finish with ilişkiyi kesmek. finishing school genç kızları toplum hayatı için hazırlayan özel okul. fight to a finish sonuna kadar mücadele etmek. in at the finish sonunda iştirak eden.

finisher

(i). bitiren veya tamamlayan kimse, ikmal eden kimse; fabrikadan çıkacak mamullerin son işlerini yapan işçi veya makina; nihai darbe.

finite

(s). sınırlı, mahdut, sonu olan, biten, fani: ölçülebilir, sayılabilir; (mat). sonlu. finite verb (gram). mastar ve sıfat fiillerin aksine olarak fiilin belirli şahıs ve sayı gösteren şekli. finitely (z). sınırlı olarak. finiteness (i). fanilik.

fink

(i)., (A.B.D)., argo grevi bozan işçi, ihbar eden işçi, muhbir, ele veren işçi, oyun bozan işçi; hoşa gitmeyen kimse.

finland

(i). Finlandiya.

finn

(i), Finlandiyalı, Finli. Finnic (s). Finlandiya'ya veya Fin diline ait. Finnish (s).,(i). Finlandiya'ya mahsus; (i). Fin dili.

finnanhaddie, finnan haddock

bir çeşit tütsülenmiş mezit balığı.

finny

(s). balık gibi yüzgeçleri olan, yüzgece benzeyen; balıklara ait, balığı çok olan.

fiord

fjord (i). fiyort.

fipple

(i)., (müz). nefesli çalgıların ağız kısmındaki tahta tıkaç.

fir

(i)., (bot). çam ağacı, köknar; bu ağacın tahtası. Scotch fir, yellow fir sarı çam, (bot). Pinus sylvestris. silver fir akçam ağacı, gümüşselvi, (bot). Picea pectinata.

fire

(i). ateş, alev; kıvılcım; yangın;cehennem, cehennem azabı; hararet, ısı, sıcaklık; hırs. fire alarm yangın zili, alarm. firearms (i). ateşli silahlar. fireball (i). akanyıldız; top şeklindeki şimşek; atom bombası patladığında hasıl olan ateş topu; (A.B.D)., (k).dili enerjik kimse. fireboat (i). yangın söndürme gemisi. firebrand (i). alevli odun parçası, meşale, öksü; fesatçı, kundakçı, tahrikçi. firebreak (i). ,(A.B.D).orman yangınının yayılmasını önlemek için ağaçları kesilen bölge. fire brick ateş tugğası. fire brigade itfaiye teşkilatı. fire bucket yangın söndürmeye mahsus su kovası. fire bug (A.B.D)., (k).dili kasten yangın çıkarma egilimi olan deli. fire control (ask). gemi veya istihkam top ateşini idare sistemi. firecracker (i). kağıt fişek, torpil. firedamp (i). kömür madenlerinde hâsıl olan kolay ateş alır gaz, metan. fire department itfaiye teşkilatı. firedog (i). ocağın demir ayaklığı. fire drill yangından kaçma talimi. fireeater (i). ateş yutan hokkabaz; kavgacı kimse. fire engine itfaiye arabası; yangın tulumbası. fire escape yangın merdiveni. fire extinguisher yangın söndürme aleti. firefighter (i). itfaiyeci. firefly (i). ateşböceği. fire hazard yangın tehlikesi çok olan yer. fire hydrant yangın söndürme musluğu. fire insurance yangın sigortası. fire irons maşa ile kürek ve kömür karıştıracak demirden ibaret ocak takımı. firelight (i). alev ışığı. firelock (i). eski tip bir tüfek. fireman (i). itfaiye neferi; ateşçi. visiting fireman (A.B.D)., (k).dili ağırlanacak misafir. fire marshall yangın tehlikesine karşı binaları kontrol eden görevli. fireplace (i). şömine, ocak. fireplug (i). yangın musluğu. fire power (ask). ateş kudreti. fireproof (s). yanmaz, ateş geçmez. fire sale (A.B.D). yangında hasar gören malın tenzilâtlı satışı. fire screen ocak önüne konulan perde; ateş siperi. fire ship yakılarak düşman gemileri arasına salıverilen gemi. fireside (i). ocak başı: ev, yurt. firethorn (i). ateş dikeni. fire tongs iri ateş maşası. fire tower yangın kulesi. firetrap (i). yangın tehlikesi karşısında kolay kaçılamayan bina. fire wall yangın duvarı, yangının sirayet etmesine engel olmak için yapılan duvar. firewarden (i). yangından korunma veya yangın söndürme işlerine nezaret eden kimse, yangın bekçisi. firewater (i). viski fireweed (i). yangın yerlerinde çabuk biten birkaç çeşit ot, yakıotu, (bot). Epilobium angustifolium. firewood (i). odun. fireworks (i). donanma fişekleri. fire worship ateşe tapma, ateşperestlik. fire worshipper ateşperest, Mecusi. a running fire yaylım ateşi. between two fires iki ateş arasında. catch fire tutuşmak, ateş almak. cease fire ateş kesmek. go through fire and water bütün tehlikeleri göze almak. hang fire muallâkta olmak; geri kalmak. heap coals of fire on one's head iyilik ederek karşısındakini utandırmak. Iay a fire odunları çatıp ateş için hazırlamak. miss fire ateş almamak (silâh, bomba); başaramamak, isabet kaydedememek. on fire yanmakta; coşmuş. open fire atışa başlamak. play with fire ateşle oynamak, tehlikeli bir işe girişmek. set fire to ateşe vermek, tutuşturmak. set on fire yakmak; alevlendirmek, tahrik etmek, kışkırtmak, gayret vermek. set the world on fire üstün derecede başarı kazanmak. strike fire kıvılcım saçmak; tepki yaratmak. St. Elmo's fire gemici nuru. under fire ateş altında. fireless (s). ateşsiz. fireless cooker sıcaklığı muhafaza eden tencere.

fire

(f). tutuşturmak, ateşe vermek, alevlendirmek; yakmak, pişirmek; canlandırmak, harekete geçirmek, gayrete getirmek, tahrik etmek; teşvik etmek; patlatmak, ateş etmek; atmak, püskürtmek; tutuşmak; silahla ateş etmek. fire a volley yaylım atesi açmak. Fire away! Haydi, başla! fire a broadside (den). borda ateşi etmek, geminin bir tarafındaki bütün toplarla birden ateş açmak. fire off pişirmeyi tamamlamak (tuğla, çanak); (k).dili hemen göndermek. fire up fayrap etmek; birdenbire kızmak, parlamak.

firing

(i). ateş etme; yakma. firing line (ask). ateş hattı. firing squad idam mahkumunu kurşuna dizen asker bölüğü; ölü kimsenin mezarı başında saygı gösterisi olarak ateş eden asker bölüğü.

firkin

(i). ufak yağ fıçısı; bir ingiliz sıvı ölçü birimi (bir varilin dörtte biri oylumunda).

firm

(s)., (f). pek, katı, sert, pekişmiş, sıkı; sabit, metin, dönmez; (f)., (gen). up ile sabit kılmak, pekiştirmek, sağlamlaştırmak. firm order (tic). kesin sipariş. firmly (z). metanetle, katiyetle, sebatla, kuvvetle. firmness (i). metanet sebatlılık.

firm

(i). şirket, firma, ticarethane. firm name firma adı.

firmament

(i). sema, gök kubbe, asuman.

firman

(i). ferman.

first

(s)., (i)., (z). ilk, birinci, baş, en büyuk; (i). başlangıç; baş yer, birincilik; (müz). en tiz ses; birinci mal; ayın ilk günü; (z). evvelâ, ilk önce, başta, en ileride; ilk defa olarak; ondan evvel. firsts (i). en iyi kalite eşya. first edition ilk baskı. first aid (tıb). ilk yardım. first aidedecamp baş yaver. first and foremost ilk önce, en başta. first and last ilk ve son, her şeyi hesaba katarak, umumiyet itibariyle. firstborn (i).,(s). ilk çocuk; (s). ilk doğan. first base başarının başlangıcı. First Cause ilk neden, Cenabı Hak. first class (s)., (z). birinci sınıfa ait; birinci sınıftan, mükemmel, âIâ; adi mektup cinsinden; (z). birinci mevki ile. first cost maliyet fiyatı. First Day pazar günü. firstday cover ilk gün satışa çıkarılan yeni pulla pullanmış zarf. first floor zemin kat; (ing). birinci kat. first form (bak). form. first fruits ilk sonuç, ilk hasılât. firsthand (z)., (s). doğrudan doğruya, vasıtasız olarak, aracı olmadan; (s). dolaysız. first lady cumhurbaşkanının karısı. first lieutenant (ask). üsteğmen. first mate (den). kaptan yardımcısı. first mortgage ipotek, birinci derecede ipotek. first name isim, ad. first night gala temsili, açılış gecesi. first offender ilk defa sabıkalı olan kimse. first person birinci tekil veya çoğul şahıs (ben, biz). first or last er geç. first papers (A.B.D). vatandaşlığa kabul için yapılan ilk müracaat. firstrate (s). mükemmel, birinci sınıf. first water en yüksek kalite (mücevher). at first ilk önce, evvelce. from the first baştan itibaren. the first two baştan itibaren ilk ikisi, birinci gelen iki (kimse veya şey).

firstling

(i). ilk sonuç; ilk doğan çocuk.

firstly

(z). evvela, ilk olarak, ilkin.

firth

(i). (iskoçya'da) haliç, nehir ağzı olan uzun ve dar körfez.

fisc

(i). devlet veya hükümdar hazinesi.

fiscal

(s). mali. fiscal year mali sene.

fish

(f). balık tutmak, balık avlamak, çekip çıkarmak; içinde balık avlamak; tahta veya demir parçası ile takviye etmek, seren berkitmek; for ile aramak, ağız aramak. fish for a compliment kendisine kompliman yapılmasını istemek; up veya out ile arayıp bulmak. fish in troubled waters bulanlk suda balık avlamak. fish the anchor (den). gemi demirini fışkıya vurmak. fish out balık neslini tüketmek; seçip almak.

fish

(i). (çoğ. fish, değişik türler için fishes) balık; balık eti; tahta veya demir takviye parçası, berkitme parçası. fish and chips (ing).balık fileto ve kızarmış patates. fish ball balık köftesi. fishbone (i). balık kılçığı. fishbowl (i). kavanoz biçiminde akvaryum. fish cake patatesli balık köftesi. fishgig (i). balık kargısı. fish hawk balık kartalı. fishhook (i). olta. fish line olta ipi. fish market balık pazarı. fishmonger (i). balıkçı, balık satan kimse. fish out of water yerini yadırgayan kimse, sudan çıkmış balık. fishplate (i)., (mak). iki direği uç uca bağlamak için kullanılan takviye parçası. fish pond balık havuzu, balık gölü. fishspear (i). balık kargısı. fish story (k).dili martaval. fishwife (i). balıkçı kadın, balık satan kadın; pis konuşan kadın. bony fishes kemikli balıklar, (zool). Teleostomi. cold fish soğuk kimse. drink like a fish alışkanlıktan dolayı fazla içki içmek. feed the fishes denizde boğulmak; deniz tutmasından dolayı kusmak. have other fish to fry daha önemli bir işi olmak. neither fish, flesh nor fowl hiç bir özelliği olmayan şey.

fisher

(i). balık tutan kimse, balıkçı; balık avlayan hayvan veya kuş. fisherman (i). baIıkçı. fishery (i). balıkçılık; balık tarlası, dalyan.

fishing

(i). balık avlama, balık avı, balıkçılık; ağız arama. fishing boat balıkçı kayığı veya gemisi. fishing rod olta kamışı. fishjng tackle veya gear balık takımı, baIıkçı takımı.

fishy

(s). balıktan ibaret; balık gibi, içinde balık tadı veya kokusu olan; balığı çok; (k).dili şüpheli, inanılmaz. fishy eye donuk göz; şüpheci göz. fishiness (i). balık vasfı olma, içinde balık tadı veya kokusu bulunma; şüphelilik.

fissile

(s). çatlayıp yarılma kabiliyeti olan. fissility (i). yanıma kabiliyeti.

fission

(i). ortadan ikiye ayrılma; (biyol). ortasından bölünerek üreme; (fiz). uranyum gibi bir elemanın daha basit ve sabit parçalara ayrılıp dağılması.

fissionnble

(s). atom çekirdeği parçalanabilen.

fissiparous

(s)., (biyol). ikiye bölünme suretiyle üreyen.

fissiped

(s)., (i)., (zool). çok tırnaklı, parmakları birbirinden ayrı olan (hayvan); (i). Fissipedia familyasından bir hayvan (kedi, ayı, vb).

fissure

(i)., (f). yarık, çatlak, rahne; yarma; (tıb). fisur, cilt veya mukozanın hafifçe veya yüzeysel olarak çatlaması; (f). yarmak, çatlatmak; ayrılmak, çatlamak.

fist

(i)., (f). yumruk, muşta; (h). dili el, el yazısı; (matb). işaret parmağı; (f). yumruklamak; avuçlamak.

fistic

(s). boks sporuna ait.

fisticuffs

(i). yumruk yumruğa kavga.

fistula

(i). (çoğ, las, Iae) (tıb). fistül.

fistular, fistulous

(s). boru şeklinde; (tıb). fistül gibi, fistüle ait.

fit

(s). uygun, münasip, yakışır, yaraşır, Iâyık, elverişli; hazır; zinde, sıhhatli. fit for nothing hiç bir işe yaramaz. fit to be seen görülmeye hazır. fit to be tied (h). dili çok kızmış, çok sinirli; sabırsız, patlayacak halde. a dish fit for a king krallara lâyık bir yemek. dressed up fit to kill (A.B.D)., (k).dili çok gösterisli bir şekilde giyinmiş.

fit

(f). (ted, ting) (i). uygun olmak; uygun bir hale getirmek, prova etmek; uydurmak; dikkatle üzerine koymak; uymak; uygun gelmek, münasip olmak; yakışmak; (i). uyma, uygun gelme, munasip olma. tight fit sıkı geçme. fit out ihtiyacını temin etmek, teçhiz etmek.

fit

(i). hastalık nöbeti, sara, ihtilaç, tutarak; ani olarak zuhur eden geçici hal; devre. a fainting fit baygınlık nöbeti, bayılma. by fits and starts ara sıra, düzensiz olarak, ıspazmoz kabilinden. have a fit sarası tutmak; slang deli olmak. have a fit of laughter gülmesi tutmak. fitful (s). düzensiz, kesik kesik.

fitch, fitchet, fitchew

(i). (zool). sansara benzer küçük bir hayvan, kokarca; bu hayvanın kürkü. fitch (i)., fitch brush kokarca kılından fırça.

fitly

(z). Iâyık olduğu şekilde, munasip surette, yerinde.

fitness

(i). Iiyakat; uygun ve yerinde oluş; sıhhatte oluş.

fitter

(i). prova eden terzi; (mak). boru işlerine bakan kimse.

fitting

(i)., (s)., (gen). (çoğ). prova; tertibat, teçhizat, takım; (s). uygun, münasip, yerinde.

five

(s)., (i). beş; (i). beş rakamı; beş sayısı (5, V); iskambil beşli; spor beş kişilik takım. five and ten, five and dime tuhafiye mağazası. fivefingers (i). beşparmakotu; (zool). beş parmak denilen deniz hayvanı. fivefold (s)., (z). beş kat, beş misli. fiver (i). beş dolarlık kâğıt para. fivespot (i)., argo beş dolar. Five Year Plan Beş Senelik Plan.

fix

(f). yerleştirmek, oturtmak; sabitleştirmek; kararlaştırmak; (A.B.D). düzene sokmak; (A.B.D)., (k).dili tamir etmek; (A.B.D). (yemek) hazırlamak; (k).dili rüşvet yoluyla sonucu garanti altına almak; spor şike yapmak; (A.B.D)., (k).dili yola getirmek; mikroskopik çalışma için hazırlamak; (kim). katılaştırmak; (foto). tespit banyosu yapmak; (k).dili (kedi, köpek) kısırlaştırmak. fix one's eyes on a thing bir şeye gözünü dikmek. fix on kararlaştırmak. fix up (k).dili tamir etmek; düzene sokmak, tertip etmek, hazırlamak; ihtiyacını karşılamak.

fixation

(i). marazi bağlılık, düşkünlük; tespit, katılaşma.

fixative

(s)., (i). değişme veya solmaktan alıkoyan; olduğu gibi koruyan; (i). bu işi gören ilâç.

fixed

(s). durağan, kımıldamaz, bağlı; sabit, solmaz (renk); (A.B.D)., (k).dili önceden ayarlanmış. well fixed argo paralı. fixed assets sabit değerler. fixed charges sabit masraflar. fixed focus (foto). sabit mihrak. fixed idea sabit fikir, idefiks. fixed liability uzun vadeli borç. fixed oil (kim). uçmaz yağ. fixed star durağan yıldız, sabite. fixedly (z). gözlerini dikerek, sabit bakışlarla. fixedness (i). sabit oluş, hareketsizlik.

fixer

(i). tamirci; rüşvet yediren kimse; slang piston, torpil; (foto). fiksatif, sabitleştirici ilâç.

fixgig

(i). hoppa kız; yaş baruttan yapılmış fişek, vızlayan fişek; sesli oyuncak, kaynana zırıltısı; zıpkın.

fixings

(i)., (k).dili tertibat, teçhizat; garnitür.

fixity

(i). sabit oluş, karar, sebat.

fixture

(i). sabit şey. fixtures (i). sabit eşya; (huk). müştemilât, demirbaş. Iight fixtures elektrik teçhizatı.

fizz

(f)., (i). yaş barut gibi vızlamak, fışırdamak; vızıltı, fışırtı; köpüklü içki. fizzy (s). fışırtılı, köpüren, köpüklü.

fizzle

(f)., (i). vızlamak; out ile, (k).dili vızlayıp sönmek, evvelâ iyi başlayıp sonradan suya düşmek, bozulmak; (i). vızıltı, fışırtı, köpürme; (k).dili fiyasko, başarısızlık.

fjord

(bak). fiord.

fl

(kıs). florin, flourished, flower, fluid.

fl oz

(kıs). fluid ounce.

flabbergast

(f)., (k).dili şaşırtmak, hayrete düşürmek.

flabby

(s). sarkık, yumuşak, gevşek; zayıf, iradesiz.

flabellate , flabelliform

(s)., (bot)., (zool). yelpaze şeklinde.

flaccid

(s). kıvamını kaybedip yumuşamış, gevşemiş, gevşek. flaccid'ity (i). gevşeklik, kıvamsızlık.

flag

(i)., (f). (ged, ging) büyük ve yassı kaldırım taşı; (f). bu taşlarla döşemek. flagstone (i). iri ve yassı kaldırım taşı.

flag

(f). (ged, ging) gevşemek; yorulmaya başlamak, kuvveti kesilmek, neşesi kaçmak.

flag

(i)., (f). (ged, ging) bayrak, sancak, bandıra, flama; köpek veya geyik kuyruğu; (müz). çengel; (f). bayrak çekmek, bayraklarla donatmak; bayrakla işaret vermek; bir şey sallayarak avını tuzağa düşürmek. flag down a train durması için trene bayrakla işaret vermek. flag captain amiral gemisi suvarisi. flag of truce mütareke flaması. flag officer (den). sancak sahibi, amiral veya komodor. flagship (i). amiral gemisi. flagstaff (i). gönder, bayrak direği. flag station, flag stop yalnız işaret verildiği zaman trenlerin durduğu istasyon. dip the flag sancakla selâmlamak. hang the flag at half mast bayrağı yarıya indirmek. haul down the flag bayrak indirmek; teslim olmak. hoist a flag bayrak veya sancak çekmek. strike the flag teslim olmak üzere bayrağı aşağı indirmek. the white flag beyaz bayrak, mütareke flaması. wave a red flag kızdırmak, tahrik etmek (boğa güreşinde olduğu gibi).

flag

(i). zambak, süsen, saz, (bot). Iris pseudacorus; zambak yaprağı. sweet flag eğir, (bot). Acorus calamus.

flagellant

(s)., (i). döven, kırbaçlayan; (i). özellikle kendisini kırbaçlayan veya kırbaçlatmaktan hoşlanan kimse.

flagellate

(f). kırbaçlamak, dövmek. flagella'tion (i). kırbaçlama, dövme, dayak atma; dövünme.

flagellum

(i). (çoğ. -lums, la) (biyol). kamçı şeklinde parça; kamçı, kırbaç.

flageolet

(i)., (müz). en yüksek sesli flüt.

flagging

(i). iri ve yassı taşlarla döşenmiş kaldırım veya sokak; iri ve yassı kaldırım taşları.

flagging

(s). gevşek, zayıf, cansız.

flagitious

(s).habis, çok çirkin, alçakça; ağır suç kabilinden. flagitiously (z). habis bir şekilde, ağır suç teşkil edecek şekilde.

flagon

(i). bir çeşit kapaklı sürahi, büyük şişe.

flagrant

(s). pek çirkin, rezalet nevinden; göze batan, bariz (kötülük, ahlaksızIık). flagrancy (i). kabahatin aşikarlığı ve büyüklüğü. flagrantly (z). aleni ve çirkin bir şekilde, bile bile, alçakça.

flagrantedelicto

(Lat). cürmümeşhut halinde, suçüstü.

flail

(i). harman döveni; ortaçağda kullanılan buna benzer silâh.

flair

(i). yetenek, kabiliyet, Allah vergisi; anlayış, seziş, hissediş; (k).dili gösterişli uslup.

flak

(i)., (ask). uçaksavar ateşi; argo itiraz, karşı çıkma, karsı koyma; şikâyet.

flake

(i). balık kurutmaya mahsus ızgara; (den). gemi tamir edilirken işçilerin üzerinde çalıştıkları asma iskele.

flake

(i)., (f). ufak kar tanesi; ince tabaka, ince parça; pul; (f)., away veya off ile tabaka tabaka soymak veya soyulmak; out ile yorgunluktan çöküp kalmak. flaky (s). Iapa lapa; kuşbaşı kar taneleri halinde. flakiness (i). Iapa lapa oluş, ince tabakalar halinde bulunma.

flam

(i)., (k).dili yalan, hile.

flambeau

(i)., (Fr). meşale, fener; süslü şamdan.

flamboyant

(s). parlak, aşırı derecede süslü, şaşaalı, göz alıcı, rengârenk; (mim). alev gibi dalgalı kıvrıntılarla süslü. flamboyancy (i). aşırı derecede parlaklık, süs, saşaa.

flame

(i). alev, yalaz, ateş; hiddet, şiddet; aşk, aşk ateşi; (k).dili sevgili. flame-colored (s). ateş rengi. flameproof (s). ateş almaz, yanmaz, ateş geçmez. flame test (kim). alev testi. flame thrower (ask). yanar benzin saçan bir silâh. flametree (i). alev ağacı, alpa gülü. an old flame eski sevgili. burst into flame tutuşmak, alev almak. fan the flames ateşi yelpazelemek, alevlendirmek, kışkırtmak. in flames alevler içinde, yanmakta.

flame

(f). alevlenmek, alev çıkarmak, alev alev yanmak; (mec). alevlenmek, yanmak, tutuşmak; öfkelenmek; parlamak, alev gibi kızarmak. flame up alevlenmek, tutuşmak.

flamen

(i). Eski Roma'da kâhin.

flamenco

(i). ispanyol çingenelerine ait bir dans ve şarkı cinsi.

flamingo

(i). (çoğ. -gos, goes) (zool). flamingo.

flammable

(s). yanar, yanabilir, kolaylıkla yanar.

flan

(i). börek, tart; sikke yapılması için boş metal.

flanerie

(i)., (Fr). tembellik, gevşeklik, ağırlık.

flange

(i). kenar, yaka, kulak, flanş; flanş yapmakta kullanılan döküm aleti.

flank

(i)., (f). böğür; yan taraf; (ask)., (den). cenah, kanat; tabya koltuğu; (f). cenahını muhafaza veya takviye etmek, cenaha hücum etmek, cenahı tehdit etmek, cenahtan geçmek; yan tarafında olmak. flank attack (ask). kanat taarruzu, cenah taarruzu, kuşatıcı taarruz, çevirme hareketi. flank march (ask). yan yürüyüş, kanat taarruzu yapmak maksadıyla düşman kuvvetlerine paralel yürüyüş. flank movement yan yürüyüş, çevirme hareketi. turn the flank of yandan çevirme hareketiyle (duşman) cenahı geri çevirmeye mecbur etmek.

flannel

(i)., (f). (ed, Ied; ing,ling) fanila, pazen; (çoğ). fanila, iç çamaşırı; faniladan yapılmış spor pantolon; (f). fanila giydirmek, fanila ile oğmak. flanneled (s). fanila kaplı. flannelette' (i). hafif fanila, fanilaya benzer pamuklu kumaş, pazen.

flap

(i)., (f). (ped, ping) aşağı sarkan kanat veya kapak; (tıb). sarkan et parçası; sarkan bir şeyin çarpması veya çarpma sesi; (k).dili fazla heyecan; heyecan verici durum; (f). sarkan bir şey ile vurmak, kuş kanadı gibi vurmak, çırpmak; birden atmak, çevirmek, katlamak; sarkık kapak veya örtü koymak: çarpmak, vurmak. flapjack (i). tavada pişerken silkerek çevrilen bir çeşit börek.

flapdoodle

(i)., argo saçmalık, boş laf.

flapper

(i). 1920-1930 senelerinde son moda giyinen kız; çarpan şey; keklik palazı.

flare

(f)., (i). birden alevlendirmek veya alevlenmek; çan şeklinde yaymak veya yayılmak; meşalelerle işaret vermek; (i). göz kamaştırıcı ışık, işaret fişeği; yayılma veya yayılan şey; gösteriş. flareback (i). topun kuyruk kamasından çıkan alev. flare light ateşle işaretleşmede alev çıkaran araç. flare out birden alevlenmek veya öfkelenmek, parlamak. flare chute (hav). aydınlatma fişeği. flare up birden alevlenmek veya öfkelenmek, parlamak. flareup (i). ani öfke, parlama, hiddet. flaring (s). alevle parlayan; gösterişli; dışa dönük.

flash

(i). parıltı, ani alev, şule; işaret olarak yanıp sönen ışık; an; birden gelen su akıntısı; kaba gösteriş; cama renk vermek için maden tuzu ile kaplama; bülten. flashback (i). geriye dönme. flashboard (i). suyun yüksekliğini artırmak için barajın üstüne takılan tahta, savak taşırma kapağı. flash bulb (foto). flaş. flash flood seylâp. flashlight (i). el feneri. flash point (fiz). ısınan bir sıvıdan çıkan gazların yanma harareti. flash torch tiyatroda şimşek çakması hissini uyandıran tertibat. flash in the pan gösterişli bir şekilde başlayıp neticesiz kalan hamle veya insan. a flash of lightning şimşek, yıldırım. in a flash ansızın, şimşek gibi, birdenbire. news flash (A.B.D). radyo veya telgrafla gelen acele ve kısa haber.

flash

(s)., (ing). hırsız veya serserilere ait; gösterişli fakat sahte; kaba bir şekilde gösterişli. flash language hırsız argosu.

flash

(f). birden alevlenmek, şimşek gibi çakmak veya parlamak; birden parlamak; birden akla gelmek; cam bir mamule ikinci bir renkte ince cam tabakası ilâve etmek; telgraf veya radyo ile acele haber ulaştırmak; (k).dili birdenbire göstermek; yağmurdan korumak için damın üstüne ve altına saç kaplamak. It flashed upon me. Birden aklıma geldi.

flashing

(i). parlayan şey veya kimse; suni seylâp yapma; yağmurdan korumak için saç kaplama.

flashy

(s). parıltılı, alevli, gösterişli, frapan, göze çarpan. flashily (z). gösterişli bir şekilde, göze çarpacak surette.

flask

(i). içine barut veya yağ konan şişe şeklindeki kap, barutluk; termos; küçük ve yassı şişe, cebe konan içki şisesi, matara: dökümcülükte kullanılan kalıp.

flasket

(i). uzun ve yassı sepet; ufak içki şişesi.

flat

(f). (ted, ting) yassılamak, düzeltmek; tadını kaçırmak, neşesini bozmak; yassılmak, düşmek; neşesiz olmak; (müz). yarım ton indirmek; belirli perdeden aşagı söylemek veya çalmak.

flat

(s). (ter, test) (z). düz, müstevi, yassı: yüzüstü, sırtüstü; yıkık, harap; kati, kesin; mat, donuk, tatsız, yavan; durgun (ticaret); (müz). bemol; (z). açıkça; doğrudan doğruya; tam; (müz). asıl notadan daha aşağı ve yanlış olarak. flat against the wall duvara yapışık. flatboat, flatbottom (i)., (den). düz karinalı gemi. flat broke (h).dili meteliğe kurşun atar durumda, beş parasız. flatcar (i)., (A.B.D). açık yük vagonu. flat denial kesin bir şekilde ret, kati surette inkâr. flatfish (i). kalkan gibi yan yüzen balık. flatfooted (s). düztaban; (A.B.D)., (h).dili azimli. flathead (s)., (i). yassı kafalı; (i)., (b.h). Amerika'da eski bir yerli kabilenin ferdi. flatiron (i). ütü. flat race düz yerde yarış. flat rate tek fiyat. flat tire patlamış lastik. flattop (i)., (A.B.D). uçak gemisi. flatwork (i). masa örtüsü gibi kolay ütülenir düz parçalar. fall flat büyük bir başarısızlığa uğramak. I'll tell you flat. Sana asıkça söyleyeceğim. The market is flat. Piyasa durgun. in ten seconds flat tam on saniyede. That's flat. Açık ve kesindir. Şüphe götürmez. flatly (z). açıkca, peşin olarak. flatness (i). düzlük, yassılık; tatsızlık, yavanlık.

flat

(i). apartman dairesi.

flat

(i). düz ve basık arazi; sığlık, kumsal; geniş ve düz olan şey, demiryolu arabası; düz sal; kılıcın yassı yüzü; kenarları alçak tepsi; madenin yassı damarı; tiyatro sahne dekoru için kullanılan kumaş gerili çerçeve; (müz). bemol.

flatten

(f). yassılatmak; yere sermek; neşesini kaçırmak; matlaştırmak, donuklaştırmak; yassılaşmak, dümdüz olmak; tatsızlaşmak, neşesiz olmak. flatten out düzeltmek, açmak; (hav). dalıştan sonra uçağı yerle paralel duruma getirmek.

flatter

(f)., slang yaltaklanmak, yağ çekmek; dalkavukluk etmek; gururunu okşamak, ümit vermek, methetmek, övmek, göklere çıkarmak. flatter oneself sanmak, zannetmek, ümit etmek. flatterer (i). dalkavuk, slang yağcı. flatteringly (z). methederek, göklere çıkararak. flattery (i). dalkavukluk, methiye.

flattish

(s). oldukça yassı ve düz; tatsız.

flatulent

(s). midede gaz hasıl eden, bu gaza ait; yalnız gösterişten ibaret; şiskin. flatulence, cy (i). gazlı veya yelli olma. flatulently (z). gösteriş yaparak.

flatus

(i). (çoğ. -tuses, tus) mide veya karındaki gaz.

flatware

(i). düz tabaklar; çatal bıçak takımı.

flatways

(z). yassılamasına, düz, düzlemesine.

flatworm

(i). at solucanı, (zool). Ascaris megalocephala.

flaunt

(f)., (i). gösteriş yapmak, kibirlenmek; (i). gösteriş flauntingly (z). gösteriş yaparak, kibirle.

flautist

(i)., (müz). flütçü, flavtacı.

flavescent

(s). sararmış, sarımtırak.

flavin

(i)., (biyol). hayvan ve bitkilerde bulunan çeşitli sarı boyalardan her biri.

flavor

(i)., (f). Iezzet, tat, çeşni; tat veren şey; lezzetli şey; koku, rayiha; (f). tat veya lezzet vermek. flavoring (i). tat veren şey. flavorless (s). tatsız, lezzetsiz. flavorsome, flavorful, flavory (s). Iezzetli.

flaw

(i)., (f). yarık, çatlak, çatlaklık, rahne; sakat, kusur, defo; ayıp; (f). çatlatmak, sakatlamak; sakat olmak, defolu olmak; çatlamak. flawless (s). kusursuz. flawy (s). kusurlu. flawlessness (i). kusursuzluk.

flaw

(i). birdenbire çıkan geçici ruzgâr, bora; rüzgârın yönünün değişmesi. flawy (s). rüzgârlı.

flax

(i). keten; ketene benzer bir çeşit bitki. flaxseed (i). keten tohumu. flaxen (s). keten, ketenden: sarı, lepiska. flaxy (s). ketene benzer.

flay

(f). derisini yüzmek, soymak; fena halde azarlamak, haşlamak; zorla veya hile yaparak parasını almak.

flbche

(i)., (mim). sivri kilise kulesi; (ask). ok tabya.

flea

(i). pire, (zool). Pulex irritans. fleabite (i). pire ısırması, pire yeniği, hafif ağrı. fleabitten (s). pire ısırmış; (k).dili köhne; çok ufak doru veya kula benekli beyaz (at). fleabane, fleawort (i). pire otu, boğa yaprağı, karnı yarık, (bot). Plantago psyllium. put a flea in one's ear dostça uyarmak, ihtar etmek, kulağını bükmek.

fleam

(i). neşter.

fleck

(i)., (f). nokta, benek, leke; çok ufak parça; (f). lekelemek, beneklemek.

flection

(bak). flexion.

fled

(bak). flee.

fledge

(f). tüyleri çıkıncaya kadar beslemek; tüylendirmek; uçmak için tüy çıkarmak, tüylenmek.

fledgling

(i). tüyleri henüz bitmiş yavru kuş; acemi çaylak, bir işe yeni başlayan kimse.

flee

(f). (fled, fled, fleeing) kaçmak,firar etmek, slang tüymek; gelip geçmek, güzden kaybolmak; bırakmak, terketmek.

fleece

(i)., (f). koyun postu; bir koyunun bütün yapağısı; yün gibi yumuşak örtü; muflon; (f). koyunu kırkmak; (bir kimseyi) soymak, yolmak; yünle kaplamak, yün gibi kaplamak. fleecelined (s). içi muflonlu. fleecy (s). yün veya yapağı gibi (bulut); yünden; yünle kaplı.

fleer

(f)., (i). alay etmek, terbiyesizce gülmek, eğlenmek; (i). istihza, eğlenme, alay.

fleet

(i). donanma, filo. fleet of trucks bir firmanın bütün kamyonları.

fleet

(s). çevik, çabuk, çabuk geçen.

fleet

(f). çabuk geçmek; (den). gitmek, seyretmek, hareket etmek. fleeting (s). çabuk geçen, ömürsüz, fani. fleetingly (z). çabuk geçerek, fani olarak.

fleming

(i). Flaman. Flemish (s)., (i). Flamanların oturduğu bölgeye ait; (i). Flaman dili.

flense, flench, flinch

(f). balina derisini yüzmek veya yağını çıkarmak, ayıbalığının derisini yüzmek.

flesh

(i). et; kasaplık et; tavuk veya balık eti; beden, cisim, ten, vücut; beşer tabiatı, insaniyet; ten rengi; sişmanlık; nesil, soy, ırk; insan oğlu; canlı yaratıklar; meyvanın etli kısmı. flesh and blood nesil, kan, akraba; beşer tabiatı. flesh color ten rengi. flesh fly yumurtalarını etin üstüne bırakan karasinek. fleshpots (i). zevk; zevki tatmin için gidilen eğlence yerleri. flesh wound hafif yara. all flesh bütün canlı yaratıklar, beşeriyet. in the flesh kendisi, yaşayan, canlı. It makes my flesh creep. Tüylerimi ürpertiyor. fleshiness (i). şişmanlık, semizlik, etlilik. fleshless (s). etsiz. fleshly (s). bedene ait; etli, etten ibaret, şişman; dünyevi. fleshy (s). ete ait, ete benzer; şişman, etli, toplu.

flesh

(f). et yedirmek, etle beslemek; kan dökmek; hırsını tahrik etmek; etle kaplamak; eti sıyırmak (deriden). flesh out dolgun olmak; şişmanlatmak; ayrıntılarıyla anlatmak.

fleshings

(i). ten rengi dar pantolon; deriden sıyrılarak alınmış ve tutkal için kullanılan et parçaları.

fletch

(f). okun üzerine tüy koymak.

fleurdelis

(i). (çoğ. fleurs-de-lis) süsen çiçeği, susam; eski Fransız armasındaki zambak şekli.

flew

(f)., (bak). fIy.

flews

(i)., (çoğ). bazı köpeklerin aşağı sarkan üst dudağı.

flex

(f). bükmek, eğmek, kasılmak (kas).

flexible , flexile

(s). bükülebilir, eğrilebilir, esnek; uysal, yumuşak başlı, mülayim; uyabilir, kalıba girer. flexibil'ity (i). eğilme kabiliyeti, esneklik; uysallık. flexibly (z). bükülme suretiyle; uysallıkla.

flexion

(i). bükülme, esneme, çevrilme, eğilme; bükülebilen yer, dirsek.

flexor

(i)., (anat). bükülme hareketini yaptıran kas, fleksör kas.

flexuous

(s). eğri, eğri büğrü, bükümlü, kıvrımlı. flexuosity (i). eğrilik, kıvrımlılık büküntü.

flexure

(i). eğrilik, bükülme, dirsek, katlanma; kuş kanadının son mafsalı.

flibbertigibbet

(i). hoppa ve geveze kimse, dedikoducu kimse.

flic

(i)., (ing)., argo polis.

flick

(i)., (f). hafif vuruş; fiske; leke, çizgi; (f). hafifçe vurmak, fiske vurmak; atıvermek. flicks (i)., argo sinema.

flicker

(i)., (f). titrek ve parlak ışık; geçici belirti; (f). çırpınmak; titrek yanmak. flickeringly (z). titreşerek, pırıldayarak.

flicker

(i)., (zool). Amerika'ya mahsus kanatlarının altı sarı renkli bir çeşit ağaçkakan.

flier, flyer

(i). uçan şey veya kimse; pilot; (A.B.D). el ilânı; (A.B.D)., (k).dili hem kazancı hem zararı büyük olabilen bir yatırım; uzun atlama.

flight

(i)., (f). uçuş, uçma; seyir, yol alma, hareket; göç, hicret; bir kat merdiven; bir uçuşta katedilen mesafe, menzil; firar, kaçış; birkaç uçaktan ibaret hava filosu: (f). (kuşlar) göç etmek. flight of fancy hayal, hayal kurma. put to flight kaçmak mecburiyetinde bırakmak. take to flight kaçmak, firar etmek, slang tüymek.

flighty

(s). ne dediğini bilmez; hafifmeşrep; kararsız, dönek, maymun iştahlı; budala, kaçık. flightily (z). ne dediğini bilmeden, belirli bir fikri olmayarak: kararsızca. flight iness (i). kararsızlık, döneklik: kuş beyinlilik.

flimflam

(i)., (s)., (k).dili saçma, boş laf; hile, oyun, dolap; (s). hilekar, dalavereci üç kağıtçı.

flimsy

(s)., (i). seyrek dokunmuş ve kolayca yırtılabilen (kumaş), hafif, ince, dayanıksız; inanılması güç: (i). müsvedde kâğıdı. flimsily (z). hafifçe, dayanıksız bir şekilde. flimsiness (i). hafif ve ince oluş, dayanıksızlık.

flinch

(f)., (i). çekinmek kaçınmak; (i). çekinme, kaçınma; bir çeşit iskambil oyunu.

flinder

(i). parça kıymık.

fling

(f). (flung) atmak, fırlatmak, savurmak: silkinmek: silkmek; binicisini üstünden atmak (at): öteye beriye sallamak; yıkmak, düşürmek, devirmek; çifte atmak: atılmak; savurmak (küfür); dalmak, sıçramak. fling away dışarı atmak, dışarı fırlamak. fling off dağıtmak, yaymak; izini kaybettirmek (av); defetmek. fling out yüzüne karşı söylemek (söz); fırlatmak.

fling

(i). atma, atış; sıçrayış, fırlayış; hakaret, laf sokuşturma, iğneli söz; hareketli dans; çıIgınlık, eğlence, serbest davranış. have a fling at denemek, yapmaya çalışmak. have one's fling baskıdan kurtulup serbestçe hareket etmek, meydanı boş bulup bol bol eğlenmek.

flint

(i). çakmaktaşı; çakmaktaşı gibi sert olan herhangi bir şey. flint and steel çelik çakmak. flint glass billur, kristal. flint heartted (s). merhametsiz, taş yürekli. flintlock (i). çakmaklı tüfek. flint ware hamurunda çakmaktaşı bulunan iyi cins çanak çömlek. flinty (s). çakmaktaşı gibi çok sert.

flip

(f). (ped, ping) (i)., (s). başparmakla havaya fırlatmak (para atarak oynanan kumarda olduğu gibi); fiske vurmak; darılmak, kırılmak; (i). fiske, hafif vuruş; alkollü bir çeşit içki; (s)., (k).dili arsız, küstah. flipflop (i). bir çeşit takla.

flippant

(s). bilir bilmez söz söyleyen, düşüncesizce söylenmiş (söz). flippancy (i). küstahlık. flippantly (z). düşüncesizlikle, küstahca.

flipper

(i). kaplumbağanın yüzmek için kullandığı yassı bacak veya kanadı; palet (yüzme); argo el.

flirt

(f)., (i). flört etmek, kur yapmak; fırlatmak, hızla hareket ettirmek, iki yana sallamak (yelpaze gibi); fırlamak; (i). flört etmeye alışkın kimse: fırlama atılış, ani hareket. flirta'tion (i). flört etme, kur yapma. flirta'tious (s). işvebaz, flörtçü, slang fındıkçı.

flit

(i). flit, böcekleri öIdürücü ilâç. flitgun (i). flit makinası.

flit

(f). (ted, ting) (i). oradan oraya dolaşmak, gitmek, kuş gibi gelip geçmek; çırpınmak: (i). çırpınma, kuş gibi geçme.

flitch

(i). tuzlanmış domuz döşü; kızartılmaya elverişli balık eti; uzun yekpare kereste parçası, direk.

flitter

(f). çırpınmak.

flittermouse

(i). yarasa.

flivver

(i)., (A.B.D)., argo eski ve değersiz otomobil.

float

(i). su üstünde yüzen herhangi bir şey; sal; olta mantarı; şamandıra, duba; geçit resminde kullanılan süslü araba; (den). pervane tahtası; mala; dondurmalı gazoz; (çoğ). tiyatro sahnesinin ön kısmındaki ışıklar.

float

(f). yüzmek, batmamak, su yüzünde durmak, su yüzünde gitmek; hava akımına kapılarak sürüklenmek; hayal gibi hareket etmek, dolaşmak; yüzdürmek; su basmak; sala yüklemek; (hisse senetlerini ve tahvilleri) satışa arzetmek; yaymak, neşretmek.

floater

(i). yüzen kimse veya şey; bir işten öbür işe geçen kimse; çeşitli yerlerde kanuna aykırı olarak oy kullanan kimse.

floating

(s). yüzen; bağlı olmayan; gezici, seyyar, sabit olmayan; değişen. floating anchor (bak). sea anchor. floating bridge yüzen köprü dubalı köprü. floating capital (tic). döner sermaye. floating debt gayri muntazam borç. floating derrick (den). gezer maçuna. floating dock yüzer havuz. floating dredge dubalı tarak. floating island yüzen toprak parçası; üzerinde yer yer yumurtalı köpük olan bir çeşit krema. floating kidney (tıb). yer değiştiren böbrek. floating light fener dubası, fener gemisi, fenerli şamandıra. floating population gelip geçici ahali, gayri sabit nüfus. floating trade deniz ticareti.

floccose

(s). yün gibi, yünlü, (bot). top top yumuşak tüylü.

flocculate

(f). pamuk gibi top top olmak (bulut); topaklamak (toprak).

floccule

(i). yün yumağına benzer ufak topak.

flocculent

(s). yün gibi yünlü; pamuğu benzer ufak ufak parçaları olan; top top yünle kaplı. flocculence,-cy (i). yün gibi olma top top olma, topaklama.

flocculus

(çoğ. li) (i). yün yumağı gibi herhangi bir şey; (anat). beyinciğin bir kısmı: (astr). kalsiyum ile hidrojenden ibaret olup güneşin çevresinde bulunan ve buluta benzer şekil.

flock

(i)., (f). sürü; küme: güruh kalabalık, yığın: cemaat, grup, zümre: (f). sürü halini almak, sürü halinde gitmek, toplanmak, üşüşmek.

flock

(i). saç veya yün yumağı şiltelere doldurulan kaba pamuk veya paçavra, kıtık; duvar kağıdına kumaş görünüşü kazandırmakta kullanılan ince ince kesilmiş kumaş veya yün parçaları: (kim)., (çoğ). pamuğa benzer ufak parçalar. flock bed kıtık şilte. flocky (s). yünlü, top top yün gibi, topak halinde.

floe

(i). denizde yüzen üstü düz buz kitlesi, buz sahrası.

flog

(f). (ged, ging) dövmek dayak atmak kamçılamak. flogging (i). dayak kötek, kamçı ile dövme.

flood

(i)., (f). sel, taşkın tufan, seylap: met, kabarma; su, deniz, derya, nehir: bolluk: (f). üstüne sel gibi su salıvermek, sel basmak, istilâ etmek: sel gibi akmak, taşmak coşmak; (tıb). (rahim) fazla kanamak. flood control su baskınını önleme. floodgate (i). set kapak. floodlight (i). projektör. floodlighting (i). projektörle aydınlatma. flood of light bol ışık, bol ziya. flood plain (coğr). taşkın ovası. flood of tears sel gibi akan göz yaşı. flood tide met, kabarma. the Flood Nuh tufanı. flooded with letters mektup yağmuruna tutulmuş.

floor

(i)., (f). taş veya tahta döşeme, yer, zemin; dip; kat; yasama meclisi salonunun üyelere ayrılmış kısmı; mecliste söz söyleme hakkı; taban ücret, asgari ücret veya fiyat; (f). taş veya tahta döşemek, kaplamak: vurup yere yıkmak; (k).dili şaşırtmak, ağzını kapatmak; (k).dili yenmek. floorcloth (i). döşemelik muşamba; tahta bezi. floor lamp ayaklı abajur. floor plan (mim). kat planı. floor show varyete, atraksiyon, eğlence programı. floorwalker (i)., (A.B.D). büyük mağazalarda işi idare eden ve müşterilere yardımcı olmak üzere dolaşan adam. ground floor zemin kat. in on the ground floor başlangıçta işe giren. have the floor mecliste söz söyleme hakkı olmak, kürsüye çıkmak. take the floor mecliste söz almak. completely floored tamamen saşırmış. floorer (i). döşemeci. flooring (i). döşemelik.

floozy

(i)., (A.B.D)., argo hafifmeşrep kadın.

flop

düşmek, suya düşmek, (i). çırpınmak; çöküvermek, dönüvermek; devrilmek; birden düşürmek; argo uyumak; (k).dili başaramamak: (i). çarpma, çarpma sesi; (k).dili başarısız teşebbüs (eser, icat); başarısızlık; çökme, devrilme; argo uyuyacak yer veya fırsat. flop house (i). yoksul kimselerin kaldığı çok basit ve bakımsız bir otel.

floppers

(i). tavuk pençesi, (bot). Biyophyllum pinnatum.

flora

(i)., (bot). bitey, flora, bir bölgede yetişen bitkilerin topu; bu bitkiler hakkında yazılmış eser; (tıb). belli bir kısımdaki mikroplar. floral (s). çiçeklere ait.

florence

(i). Floransa şehri.

florentine

(s)., (i). Floransa'ya ait; (i). Floransalı; bir çeşit kabartma çizgili ipek kumaş.

florescence

(i). çiçeklenme, çiçek açma zamanı; başarı devresi. florescent (s). çiçek açmış, donanmış.

floret

(i)., (bot). ayçiçeği ve nergis gibi bileşik çiçeklerin ortasındaki ufak çiçekçik.

floriated

(s). çiçeklerle süslü.

floriculture

(i). çiçek yetiştirme, çiçekçilik.

florid

(s). kırmızı, yüzüne ateş basmış (yüksek tansiyondan); çok süslü.

floriferous

(s). çiçek veren, çiçekli, çok çiçek açan.

florin

(i). on dokuzuncu yüzyıla mahsus gümüş. Avusturya parası; iki şilin kıymetinde ingiliz parası; Hollanda'da kullanılan madeni bir para, florin, gilder.

florist

(i). çiçekçi, çiçek yetiştiren kimse.

floss

(i). bükülmemiş ham ipek, floş; kısa ipek telleri, ipek gibi yumuşak tüyler. floss silk elişlerinde kullanılan floş, ham ibrişim. dental floss diş aralannı temizlemeye yarayan mumlu iplik. flossy (s). tüylü, hafif ve yumuşak; argo şatafatlı.

flotage

(i). yüzme, su üzerinde durma; su üstünde yüzen çöp ve enkaz; (den). geminin su üstünde kalan kısmı; yüzme gücü.

flotation

(i). yüzme, su üstünde durma; (tic). sermaye temini; esham ve tahvilât satma; maden cevheri tozunu belirli bir sıvı içinde yüzdürerek ayırma.

flotilla

(i). flotilla, küçük filo.

flotsam

(i)., (huk). gemi enkazı. flotsam and jetsam denizde yüzen veya kıyıya vuran enkaz; ufak tefek şeyler; devamlı bir işi veya evi olmayan kimseler, serseriler, ayaktakımı.

flounce

(f)., (i). öfke veya sabırsızlıkla yerinden fırlayıp yürümek; donuvermek, fırlamak; (i). fırlayış, atılış.

flounce

(i)., (f). farbala, volan; (f). farbala ile süslemek, volan koymak.

flounder

(i). dilbalığı, dere pisisi, yan yüzen birkaç çeşit balık. English flounder dere pisisi, (zool). Pleuronectes flesus.

flounder

(f)., (i). çamura veya suya bata çıka yürümek; güçlükler ve yanlışlıklar içinde sürüklenip gitmek, uğraşıp durmak; (i). debelenme, çabalama.

flour

(i)., (f). un, ince toz; (f). öğütmek, un serpmek, una bulamak. flour beetle un kurdu, un böceği. flour mill un değirmeni. flour moth un güvesi. floury (s). una bulanmış.

flourish

(f)., (i). serpilmek, gelişmek, büyümek, neşvünema bulmak, inkişaf etmek; başarı kazanmak, muvaffak olmak, zenginleşmek, yıldızı parlamak, gözde olmak; süslü bir dil kullanmak; gösterişli hareketlerde bulunmak; süslemek; tezyin etmek; sallamak, kibirli jestler yapmak (kollarla); (i). gelişme, serpilme; refah; süs, gösteriş, fantazi, tumturak; fanfar, merasim borusu; sallama, savurma. a flourish of trumpets merasim borusu. flourishingly (z). serpilerek, gelişerek; gösterişli bir şekilde; yıldlzı parlayarak.

flout

(f)., (i). açıkça itaat etmemek, karşı koymak, muhalefet etmek; alay etmek, eğlenmek; hakaret etmek; küçümsemek, hor görmek; hürmetsizce davranmak; (i). alay; karşı koyma.

flow

(f). akmak, akıntı gibi gitmek, cereyan etmek, seyelan etmek; dalgalanmak, sallanmak; kabarmak, met halinde olmak; dolmak,dopdolu olmak; bol bol içilmek (şarap); su basmak; akıtmak. flowing (s). akıcı,belagatli. flowing bowl içki, içki kâsesi. flowing style akıcı üslup, selis üslup. Iand flowing with milk and honey süt ve bal akan diyar, refah içinde olan ülke.

flow

(i). akış, akıntı, cereyan, seyelân; (fiz). akı; belirli zamanda akan su miktarı; met; akıcılık, düzgün konuşabilme yeteneği.

flower

(i)., (f). çiçek; çiçek açan bitki; süs, süsleme, tezyinat; seçkin veya güzide şey, olgunlaşmış veya kemale ermiş şey; (kim)., (çoğ). buhardan toz haline gelmiş olan madde; (f). çiçeklenmek, çiçek vermek, çiçek açmak; açılıp gelişmek, olgunlaşmak, kemale ermek; çiçek açtırmak; süslemek. flower bed çiçek tarhı, ocak. flower girl çiçek satan kız; düğünde çiçek taşıyan kız. flowerpot (i). saksı. in flower çiçek açmış halde, tam gelişme devresinde.

flowerer

(i). çiçek açan bitki, belirli zamanlarda çiçek veren bitki.

flowery

(s). süslü gösterişli, tumturaklı: çiçeklere ait, çiçekli, çiçeği çok. floweriness (i). gösteriş, tumturak.

flown

(f)., (bak). fly.

flu

(i)., (k).dili grip, enflüanza.

flubdub, flubdubbery

(i). (A.B.D)., (k).dili safsata saçma; züppelik.

fluctuate

(f). düzensiz bir şekilde değişmek, bir kararda olmamak; kararsız olmak, tereddüt etmek; (tic). değişmek, tahavvül etmek. fluctua'tion (i). düzensiz değişim.

flue

(i). ocak bacası, baca; hava veya gaz borusu.

flue

(i). hafif tüy.

flue

(i). bir çeşit balık ağı.

fluency

(i). ifade düzgünlüğü, fesahat, akıcılık.

fluent

(s). akıcı açık, düzgun, fasih, beliğ, pürüzsüz; sürükleyici (ifade, söz, yazı). fluently (z). akıcı olarak, purüzsüzce, kolaylıkla.

fluff

(i)., (f). hafif tüy kırpıntı; kuştüyü, yumuşak kürk; yüzdeki ince tüyler, ayva tüyü; (k).dili sahnede kötü okunan bir şey; (f). silkinip tüylerini kabartmak; söyleyeceği sözü unutmak veya yanlış okumak. fluffiness (i). tüy gibi yumuşak olma. fluffy (s). tüy gibi yumuşak, kabarık.

flügelhorn

(i)., (müz). kornet gibi nefesli bir çalgı.

fluid

(s)., (i). akışan, seyyal: akıcı, sıvı mayi, sulu: (i). sıvı veya gazlı madde. fluid'ity (i). akıcılık, seyyal oluş.

fluidounce

(A.B.D). 29,57 cc: ing 28,41 cc.

fluke

(i)., (f). talih, rastlantı, tesadüf: (f). şansla isabet etmek; tesadüfen kaybetmek veya kazanmak. fluky (s). tesadüfe dayanan, şansa bağlı; kararsız, dönek, sağı solu belli olmayan.

fluke

(i),, (den). gemi demirinin tırnağı veya ona benzer şey: ok ve mızrak damağı veya dikeni; balina kuyruğunun yassı parçalalarından her biri.

fluke

(i). dilbalığı, yassı bir balık: yaprak şeklinde ve yassı bir parazit kurt. fluke worm hayvanların karnında bulunan bir kurt, şerit.

flume

(i)., (f). değirmen altında bulunan su yolu; (A.B.D). çay veya ırmak akan dar boğaz; (f). böyle bir boğazdan geçirmek, kanal vasıtasıyla ırmak veya gölden su akıtmak.

flummery

(i). keşkeğe veya bulgur pilavına benzer bir yemek; muhallebi gibi bir çeşit meyvalı ve yumurtalı tatlı; tatsız şey, anlamsız kompliman, boş laf.

flummox

(f), argo şaşırtmak.

flump

(f)., (i)., (k).dili ağır bir şeyi birden bırakıvermek; çökmek; (i). ağır bir şeyin düşmesinden hâsıl olan ses.

flung

(f)., (bak). fling.

flunk

(f)., (i)., (A.B.D)., (k).dili başarı kazanamamak, kalmak, slang çakmak; sınavda bırakmak (öğretmen); (i). sınav veya sınıfta kalma. flunk out başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak veya bıraktırmak.

flunky

(i). dalkavuk, slang yağcı; uşak, hizmetçi.

fluorescence

(i)., (fiz). bazı cisimlerin ışık ve röntgen ışınlarına arzedilince kendiliklerinden çeşitli renklerde ışıklar saçma niteliği, flüorışı. fluorescent (s). böyle bir niteliğe sahip olan.

fluoride

(i)., (kim). flüor ile başka bir elemanın bileşmesinden meydana gelen kimyasal karışım.

fluorine

(i)., (kim). flüor.

fluorite

(i). kalsiyum flüorürü; (bak). fluorspar.

fluoroscope

(i). floroskop.

fluorspar

(i). mermer gibi güzel bir çeşit taş.

flurry

(i)., (f). birden esip kısa süren rüzgâr; hafif sağanak, geçici hafif kar veya yağmur; telaş, heyecan, acele; borsada geçici bir faaliyet; (f). telâşa düşürmek, telâşa vermek, heyecanlanmak; (colloq). iki ayağını bir pabuca sokmak; sinirlendirmek.

flush

(f)., (i). kanatlanıp uçmak, ürkmüş kuş gibi uçmak: ürkütüp kaçırmak (özellikle av kuşu): (i). birden ürkütüp kaçırılan kuşlar.

flush

(s)., (f)., (z). dopdolu, taze: bol, mebzul, bereketli, cebinde çok para taşıyan: bir seviyede, düz: güvertesi baştan kıça kadar düz olan (gemi): (f). düzlemek bir seviyeye getirmek; boşluklarını doldurup düzeltmek (duvar); (z). düz bir şekilde, yüzeyde tam.

flush

(f)., ; birden akmak, hücum etmek (kan); kızarmak; heyecanlandırmak: akıtmak, bol su ile temizlemek; kızartmak; (i). kızarma; ısınma, heyecan, galeyan, coşma, taşkınlık; kırmızılık, kızartı; ateş hararet, sıcaklık. Her face was flushed. Yüzü kıpkırmızıydı. in the first flush of passion ilk heyecanla, hislerin ilk coşkunluğuyla. flushed with victory zaferin verdiği şevk ve heyecanla dolu.

flush

(i)., iskambil floş, poker oyununda aynı renkten olan bir el kağıt.

fluster

(f)., (i). şaşırtmak, telâşa düşürmek şaşırmak, bocalamak,telâşlanmak; (i). heyecan, telâş, şaşkınlık, bocalama.

flute

(i)., (f)., (müz). flüt, flavta; (mim). yiv, oluk; (f). flüt çalmak: flüt gibi ses çıkarmak veya şarkı söylemek; (mim). yiv açmak, yivlerle süslemek. fluted column yivli sütun. fluting (i). yivli süs. flutist (i). flütçü, flavtacı. fluty (s). flut sesi gibi, flüt sesini andıran.

flutter

(f)., (i). kanatlarını çırpmak; titremek, sallanmak; çırpınmak, telâş etmek; titretmek, kımıldatmak; telâşa düşürmek, heyecan vermek; (i). titreme, heyecan, çalkalanma, çırpınma; telâş, asabiyet; (hav). kanat sarsıntısı; (tıb). titreme, kalp ritmi bozukluğu.

fluvial, fluviatile

(s). nehirlerle ilgili; nehirde hâsıl olan; nehirde yaşayan.

fluviomarine

(s)., (coğr). nehir ve denizin birleşik faaliyeti sonucunda hâsıl olan.

flux

(i)., (f). seyelân, akıntı; değişme; (fiz). akı; akış, cereyan; denizin meddi; eritici madde; emaye işinde kullanılan ve kolay eriyen bir çeşit cam; (f). akıtmak, eritmek: (tıb). akıntı vermek. flux density (fiz). elektrikli veya manyetik alanın gücü. fluxa'tion (i). akıtma, eritme.

fluxion

(i). akıntı, akma, cereyan; (mat). bir miktarın değişme hızı. fluxional (s). akıntıya ait; değişen, kararsız.

fly

(i). uçuş; (terz). fermuar veya düğme ile kapatılabilen kısım; beysbol vurulup havaya kaldırılan top; (mak). sürat regülatorü: bayrak veya sancağın ucu: çadırda kapı yerine geçen perde: (çoğ)., tiyatro sahnenin yukarısındaki kısım ve dekor değistirme teçhizatı; (matb). baskı makinasında kâğıt toplayıcısı. on the fly uçarken, havadayken; (A.B.D)., (k).dili iki taşın arasında.

fly

(f). (flew, flown) uçmak, havadan geçip gitmek: pek çabuk geçmek, pek çabuk gitmek; kaçmak, firar etmek; fırlamak, atılmak: uçakla gitmek: uçurmak; -den kaçmak, -den sakınmak: şahinle avlamak. fly about öteye beriye uçmak; süratle iş görmek. fly apart birdenbire kopup ayrılmak, parçalanmak. fly at fırlamak, atılmak, üstüne saldırmak. fly away uçup gitmek; kaçmak. fly blind (hav). yalnız aletleri kullanarak uçmak. fly high çok hırslı olmak, coşmak. fly in the face of sözünü dinlememek, açıkça itaatsizlik etmek, karşı gelmek. fly into a passion kızmak, öfkelenmek, hiddete kapılmak. fly off uçup gitmek. fly off the handle birdenbire öfkelenmek, parlamak. fly out beysbol atılan top tutulunca oyundan çıkmak. fly the coop (A.B.D)., argo dışarı sızmak, kaçmak.

fly

(i). sinek; sinek veya böcek şeklinde olta iğnesi; sinek şeklinde sus. fly blister (tıb). kurutulmuş ispanyol sineginden yapılmış bir çeşit yakı. flypaper (i). sinek kağıdı. fly swatter sineklik, sinek raketi. a fly in the ointment keyfe keder veren şey. forest fly atsineği, (zool). Hippobosca equina.

fly

(s)., argo uyanık, haberdar.

flyaway

(s). hoppa, bir dalda durmaz, maymun iştahlı.

flyblow

(i). sinek yumurtası.

flyblown

(s). sinek yumurtası ile dolu; bozuk, kötü.

flyby

(i). roketin bir gök cisminin yanından geçmesi.

flybynight

(s)., (i). güvenilmez, aldatıcı; (i). güvenilmez kimse.

flycatcher

(i). sinekçil, (zool). Empidonax. redbreasted flycatcher cuce sinekyutan, (zool). Musciapa parva. spotted flycatcher benekli sinekyutan, (zool). Musciapa striata.

flyer

(bak). flier.

flying

(i)., (s). uçma, uçuş; tayyarecilik, havacılık: (s). uçan; havacılıkla ilgili. flying boat deniz uçağı. flying buttress (mim). duvar dirseği, payanda, istinat kemeri. with flying colors parlak bir başarı ile. Flying Dutchman fırtınalı havalarda Ümit Burnu civarında görüldüğüne ve denizcilere uğursuzluk getirdiğine inanılan efsanevi Hollanda gemisi. flying field küçük havaalanı. flying fish uçarkefal, (zool). Exocoetus. flying fox meyva yiyen bir yarasa. flying fortress uçan kale (uçak). flying machine eski uçak, tayyare. flying saucer uçan daire. flying squirrel uçar sincap. flying start hızlı ve elverişli başlangıç.

flyleaf

(i). bir kitabın baş veya sonunda boş bırakılan yaprak.

flypaper

(i). sinek kağıdı.

flytrap

(i). sinek tuzağı; sinekkapan (bitki). Venus's flytrap sinekkapan, (bot). Dionaea muscipula.

flywheel

(i). düzenteker.

fnumber

(foto). diyafram ayarı öIçüsü,

fo'c's'le

(bak). forecastle.

foal

(i)., (f). tay; (f). tay doğurmak. in foal with foal gebe (kısrak).

foam

(i)., (f). köpük; (f). köpürmek, köpürerek akmak; öfkelenmek, (fig). köpürmek, küplere binmek. foam at the mouth ağzı köpürmek; çok öfkelenmek. foam rubber sünger. foamy (s). köpüklü.

fob

(f). (bed, bing) off ile hile yapmak; başından savmak, atlatmak; bir kenara atmak, slang kazık atmak.

fob

(i). pantolonda ufak saat cebi; (A.B.D). saat kösteği.

fob

(kıs). free on board (tic). fob, vapur veya trene teslim.

focal

(i)., (fiz) odaksal mihraki. focal distance odak mesafesi. focal plane (foto). bir objektifin odağını içine alan düzlem filim yeri. focal point toplanma noktası.

focalize

(f). mihraka getirmek, bir merkezde toplamak, mihrakı ayar etmek: (tıb). bir noktada toplanmak (hastalık).

focus

(i). (çoğ. cuses, ci), (f). (ed veyased, ing veya sing) odak, mihrak: belirli bir noktayı iyi görebilmek için göz veya aleti ayar etme; (mat). odak noktası, faaliyet merkezi; (f). bir noktaya getirmek, odağı ayar etmek; dikkatini toplamak. in focus odağı tam ayarlı. out of focus iyi ayar edilmemis, flu.

fodder

(i)., (f). saman veya ot gibi hayvan yemi; (f). yem vermek, beslemek.

foe

(i). düşman, hasım. foeman (i). düşman.

foehn

(i)., (meteor). dağlardan esen sıcak ve kuru rüzgâr.

foetalfoetus

(bak). fetal fetus.

fog

(i)., (f). (ged, ging) sis, duman; (foto). donukluk; bunaklık; (f). sisle kaplamak, karartmak; sisle dolmak, sis basmak: (foto). belirsiz olmak, donuklaşmak; bunamak. fog bank (meteor). uzaktan özellikle denizde görülen sis, sis yığını. fogbound (s). sis yüzünden beklemek mecburiyetinde olan. fogbow (i)., (meteor). bazen sisli havalarda görülen beyaz veya sarımtırak gökkuşağı. foghorn (i). sis düdüğü.

fog

(i). ot biçiminden sonraki yeni sürgün.

foggy

(s). sisli, dumanlı; bulutlu, bulanık. I don't have the foggiest idea. Haberim yok. Hiç fikrim yok. foggily (s). duman içinde gibi, bulanik, karışık. fogginess (i). duman, dumanlı oluş, sisli oluş.

fogy

(i). eski kafalı kimse.

foh

ünlem Püf ! Ne fena !

foible

(i). zaaf, kusur; delilik; merak; kılıcın ortasıyla ucu arasındaki kısım.

foil

(f)., (i). engellemek, mâni olmak: şaşırtmak, işini bozmak; avda avcıları saşırtmak; (i). hayvan izi.

foil

(i)., (f). yaldız kâğıdı, alüminyum kâğıdı, aluminyum, kalay veya kurşun yaprağı, varak, ince maden tabakası (bak tinfoil); ayna sırı; (kıymetli taş için) foya; kıyas ve karşıtlık için gösterilen kimse veya şey; (mim). yaprak, yaprak şeklinde süs; (f). zıt nitelikte bir şeyin yanına koyarak kıymetini ortaya çıkarmak.

foil

(i). eskrim kılıcı, meç.

foist

(f). hile yaparak kabul ettirmek, hile veya zorla sokmak, sokuşturmak; (sahte bir şeyi) aslı diye kabul ettirmek. foist something off on somebody hile ile kabul ettirmek, yutturmak, kazık atmak.

fold

sonek kat, misil, kere: fivefold (s). beş misli, beş kat.

fold

(f)., (i). katlamak, bükmek; (matb). kırmak; sarmak, bağrına basmak; kaplamak; katlanmak, bükülmek; sarılmak, bürünmek; kavuşturmak (elleri); hafifçe katmak; (A.B.D)., argo tutulmayıp kapanmak (piyes); yorgunluktan çökmek; (i). kat, kıvrım; büklüm; boğum (yılan); (jeol). kıvrım. fold the arms kolları kavuşturmak. folding bed açılır kapanır karyola. folding door katmer kanatlı kapı. folding machine kırma makinası.

fold

(i)., (f). ağıl; koyun sürüsü; cemaat; (f). ağıla kapamak.

foldboat

(bak). faltboat.

folder

(i). katlama makinası; kırma makinası; dosya, klasör; broşür.

folderol

(bak). falderal.

foliage

(i). yapraklar, yeşillik; (mim). süslemede kullanılan yaprak ve dal şekilleri. foliage plant yapraklarının güzelliği için yetiştirilen bitkiler.

foliar

(i). yapraklara ait, yapraklardan ibaret, yapraklı.

foliate

(f). dövüp ince yaprak şekline sokmak, yaprak haline getirmek; sır sürmek; (mim). yaprak şekilleriyle süslemek; yapraklara ayrılmak, yaprak vermek; (matb). sayfaları numaralamak. foliate(d) (s). yaprak şeklinde, yapraklı; varaklara ayrılabilir, kâğıt gibi tabakalar halinde.

foliation

(i). yaprak şekline sokma; yapraklanma, yeşillenme; dövüp yaprak haline getirme; (bot). tomurcuk içinde yaprakların dizilişi; (mim). yaprak şeklinde taştan süsler; (jeol). yaprak gibi ince tabakalı teşekkül; kitap sayfalarının numaralanması.

folicacid

(biyokim). folik asit.

folieceous

(s)., (bot). yaprak şeklinde, yapraksı; yapraklara ait veya yapraklardan ibaret.

folio

(i). (çoğ -os), (s). kitap yaprağı, varak; ikiye katlanmış kâğıt tabakası; ikiye bükülmüş yapraklardan meydana gelen kitap, en büyük boyda kitap, en büyük boyda kitabın ebadı; basılmış kitabın sayfa numarası; hesap defterinde karşı karşıya olan aynı numaralı iki sayfa; (huk). bir vesikanın uzunluğunu tayin için kullanılan belirli kelime sayısı; (s)., (matb). ikilik formalı, forması dört sayfalık.

folk

(i). halk, ahali; kavim; millet; (çoğ). insanlar, kimseler; (çoğ)., (k).dili akraba, aile, ana baba. folk dance halk oyunu. folk literature halk edebiyatı. folklore (i). halkın malı olan gelenek, inanç, âdet, atasözü ve masallar; folklor, halkbilgisi. folk singer halk şarkıcısı, âşık. folk song halk sarkısı, türkü. folksy (s)., (A.B.D)., (k).dili teklifsiz, samimi. folkways (i). bir millete özgü âdetler.

follicle

(i)., (bot). tek hücreli basit meyva; (anat). folikül, bezcik.

follies

(i)., tiyatro revü.

follow

(f)., (i). takip etmek, izlemek; mesleğinde çalışmak; kovalamak, peşini bırakmamak, arkasından yetişmeye çalışmak; uymak, taklit etmek, örnek almak; sonucu olmak, anlaşılmak, çıkmak; (i). takip, izleme. follow after peşinden gitmek, takip etmek. follow one's nose dosdoğru gitmek. follow out (bir işi) sonuna kadar götürmek. follow suit iskambil aynı cinsten oynamak; bir kimseyi kendine örnek almak. follow the hounds köpek kullanarak atla ava gitmekb follow the sea denizci olmak. follow through başladığına devam edip sonuca bağlamak; tenis veya golf oyununda topa vurduktan sonra raket veya sopayı sallamaya devam etmek. followthrough (i). devam, tamamlanma. follow up takip etmek, izlemek, kollamak; tamamlamak. followup (i). takip etme; takip etmede kullanılan herhangi bir şey. as follows böylece; aşağıda gösterildiği şekilde. It follows from this that... Bundan da anlaşıldığı gibi, binaenaleyh.

follower

(i)., (ing)., (k).dili hayran.

following

(i)., (s). taraftarlar, bağımlı olan kimseler, tabi olanlar; (s). takip eden, izleyen; ertesi, muteakıp, aşağıdaki; ilerdeki, istikbaldeki. the following şunlar.

follsgold

pirit.

folly

(i). delilik, divanelik, ahmaklık, budalalık.

fomentation

(i). tahrik, kışkırtma; isteklendirme, teşvik; (tıb). pansuman.

fond

(s). deli, meraklı, düşkün. fond of seven, âşık. fondly (z). şefkatle, sevgiyle, muhabbetle. fondness (i). sevgi, merak, iptilâ, düşkünlük.

fondant

(i). fondan.

fondle

(f). okşamak, sevmek; okşayarak sevgisini göstermek, bağrına basmak.

fondue

(i)., (ahçı). fondü.

font

(i). vaftiz kurnası; bilhassa Katolik kilisesinde içinde mukaddes su bulunan kurna; menşe, kaynak; lambanın gaz haznesi.

font, ing fount

(i)., (matb). belirli bir cins veya boyda hurufat takımı.

fontanel

(i)., (anat). bıngıldak.

food

(i). yemek, yiyecek; gıda, besin; iaşe; (for animals) yem. food card yemek karnesi. food control yiyecek maddelerinin kontrol altına alınması. food poisoning gıda zehirlenmesi. foodstuff (i). yiyecek, gıda maddesi. food for thought düşünülecek şey.

fool

(i). ahmak veya budala kimse, enayi veya aptal kimse, alık veya akılsız kimse; soytarı; küçük düşürülen kimse. fools cap soytarı külâhı; okullarda oğrencilere eskiden ceza olarak giydirilen yüksek ve sivri tepeli külâh. foolscap (i). yaklaşık olarak 33 x 40 cm ebadında kâğıt. fool's errand bir iş için boşuna bir yere gitme. fool's mate satranç oyununda belirli ve çok basit bir usul ile mat etme. fool's paradise geçici ve gerçek olmayan mutluluk. All Fool's Day ing, April Fool's Day (A.B.D). 1 Nisan. make a fool of (bir kimseyi) enayi yerine koymak, budala mevkiine düşürmek. play the fool maskara olmak, rezil olmak.

fool

(f). aldatmak,oynatmak; delilik ve maskaralık etmek; boşuna vakit geçirmek, eğlenmek. fool around kdili aylak aylak dolaşmak fool around with kurcalamak, ile oynamak. fool away (k).dili delice sarfetmek, israf etmek, boşuna geçirmek; kaçırmak. fool with (k).dili ile oynamak, boşuna uğraşmak.

foolhardy

(s). delice cesur, atılgan, çılgın. foolhardily (z). delicesine bir cesaretle, çılgınca. foolhardiness (i). delice cesaret, çıIgınlık.

foolish

(s). akılsız mantıksız, saçma, budalaca. foolishly (z). akılslzca, budalaca, enayice. foolishness (i). enayilik, akılsızlık, boş laf.

foolproof

(s). salim, kazadan belâdan uzak; kusursuz, başarı kazanamaması imkansız olan.

foot

(f). yaya yürümek, dans etmek, oynamak; (gen). up ile yekununu çıkarmak; ödemek; gitmek; yol almak, seyretmek (gemi). foot a measure dans etmek. foot it yaya gitmek. foot the bill hesabı ödemek.

foot

(çoğ. feet) (i). ayak, kadem; ayak kısmı; en alçak kısım; alt, (dağ) etek, dip; temel esas; son; şiir vezin tef'ilesi; yaya asker, piyade; dikiş makinasında bezi düz tutan parça, ayak; yekun, tutar. foot lathe ayak tornası. foot of a mast (den). direk ıskaçası. foot of a sail (den). yelkenin altabaşosu. foot passenger yaya yolcu, yaya giden kimse. foot rot (bot). portakal ağacının gövdesine ârız olan bir hastalık herhangi bir filizin dibinde husule gelen bir hastalık. foot rule bir ayak boyunda cetvel. foot soldier piyade neferi. I wouldn't touch that with a tenfoot pole. Elimi bile sürmem. at one's feet ayağının dibinde; tesiri altında. cubic foot kübik kadem, 28,317 cm3. off one's feet yatar vaziyette; iradesi dışında. have feet of clay dışardan görünmeyen önemli bir kusuru olmak. keep one's feet düşmemek, sarsılmamak. one foot in the grave bir ayağı çukurda. on foot yaya olarak, yürüyerek. on one's feet ayakta. put one's foot down kararlı olmak, ayak diremek. put one's best foot forward iyi bir tesir bırakmak; elinden geleni yapmak. put one's foot into it, put one's foot in one's mouth pot kırmak, gaf yapmak. set foot in girmek, ayak basmak. sit at one's feet bir kimsenin hayranı olmak, müridi olmak. square foot kadem kare, 0,0929 m2. stand on one's own feet bağımsız olmak, kimseye muhtaç olmadan yaşamak. swift of foot ayağına tez. under foot ayak altında.

footage

(i). kademlik, (arsa kenarı, filim, tahta) uzunluk; (mad). çalışmaya göre ödenen para.

footandmouthdisease

(bayt). sığıra mahsus bir çeşit bulaşıcı hastallk, aft humması.

football

(i)., (ing). futbol; (A.B.D). yumurta şeklinde topla oynanan oyun, Amerikan futbolu.

footboard

(i). ayakları dayayacak tahta; tahta karyolanır ayak ucundaki parça.

footboy

(i). üniformalı uşak.

footbrake

(i). ayak freni.

footbridge

(i). yayalara mahsus köprü.

footcandle

(i)., (fiz). bir ışık öIçüsü.

footer

(i). yaya. a six footer aşırı uzun boylu kimse.

footfall

(i). ayak sesi.

footgear

(i). çorap ve ayakkabılar.

foothill

(i). dağ etegi, bayır.

foothold

(i). ayak basacak sağlam yer, garantili yer.

footing

(i). basılan yer, ayak basacak yer; mevki, hal; ilişki; yekun; temel ayağı, taban. on a better footing than ever araları her zamankinden daha iyi.

footless

(s). ayaksız, asılsız; (k).diliahmak, budala.

footlights

(i)., tiyatro sahne önündeki bir sıra ışık; sahne mesleği.

footling

(s). önemsiz, değersiz; ahmak.

footlocker

(i). küçük sandık.

footloose

(s). serbest, başıboş, kayıtsız.

footman

(i). üniformalı uşak; piyade neferi.

footnote

(i)., (f). dipnot, hamiş; (f). dipnot koymak.

footpace

(i). yavaş yürüyüş; merdiven sahanlıgı; ufak sahne.

footpad

(i)., eski yaya dolaşan haydut, yol kesen eşkıya.

footpath

(i). keçi yolu, patika; (ing). yaya kaldırımı.

footpound

(i). ayak-libre.

footpoundal

(i). 1/32 ayakl-ibre.

footprint

(i). ayak izi.

footrest

(i). ayak dayayacak yer, ayak konacak yer.

footrope

(i)., (den). yelkenin altabaşo halati; (çoğ). marsapetler.

foots

(i). posa, tortu.

footsore

(s). yürümekten ayakları şişmiş.

footstalk

(i)., (bot). siçek sapı, yaprak sapı.

footstall

(i). kadınlara mahsus eyerin tek üzengisi; (mim). sütun kaidesi veya kürsüsü.

footstep

(i). adım; ayak sesi; ayak izi; basamak. follow in one's footsteps bir kimsenin izinde olmak.

footstone

(i). mezarlarda ayak ucundaki taş.

footstool

(i). ayak taburesi.

footwear

(i). ayak giyecekleri.

footwork

(i)., spor ayak hâkimiyeti.

footworn

(s). aşınmış, yorulmuş, ayakları acımış.

footy

(s)., (k).dili ahmak, budala.

foozle

(f)., (i). beceriksizce yapmak, yüzüne gözüne bulaştırmak; (i). beceriksizlik.

fop

(i). züppe. foppery (i). züppelik. foppish (s). züppece. foppishly (z). züppecesine. foppishness (i). züppelik.

for

(kıs). foreign, forestry.

for

edat bağlaç için, -e; uğruna; şerefine; -den dolayı sebebi ile, cihetten; -e mukabil, karşı; uygun; yerine; hususunda, dair; göre; baglaç çünkü, zira. for all I know bildiğime göre. for all that herşeye rağmen. forall the world ne pahasına olursa olsun, dünyada; tıpkı, aynen. for cash peşin para ile. for good bütün bütün, temelli olarak. for life hayat boyunca. for many miles around bütün civarda. for months aylardan beri; aylarca. for my part kendi hesabıma, bana kalırsa. for my sake hatırım için. for once bir kerecik, bir defacık. for reform yenilik taraftarı, devrimci. for sale satılık. for the life of me başım hakkı için, vallahi. for the second time ikinci defa olarak. as for me bana gelince. be tried for his life idam talebiyle yargılanmak. care for bakmak, meşgul olmak; sevmek; arzu etmek. For shame ! Ne ayıp! fit for nothing hiç bir işe yaramaz, beş para etmez. go for almaya gitmek; (k).dili kabul etmek, istemek. go for a walk yürüyüşe çıkmak. Go for it! Saldır ! Davran! hard up for money para sıkıntısında. He was hanged for a pirate. Korsan diye asıldı. I for one do not believe it. Kendi hesabıma ben inanmıyorum. If it weren't for you... Siz olmasaydınız... Is he the man for the job? O bu işin adamı mı? It is for you to make the move. Bu işe siz önayak olmalısınız. işe girişmek size düşer. It's time for school. Okul zamanı geldi. Iast for many hours saatlerce sürmek. He has left for India. Hindistan'a hareket etti. Iong for hasretini çekmek, özlemek, çok istemek, canı çekmek. mistaken for him ona benzetilmiş. not long for this world ölumü yakın, (colloq). suyu kaynamış. notorious for -e adı çıkmış, ile meşhur. Now we are in for it. Çattık belâya ! Oh, for wings ! Keşke kanatlarım olsaydı! pay for ödemek. ready for dinner yemeğe hazır. shift for oneself kendini geçindinmek. So much for that. Bu hususta şimdilik bu kadar yeter. take him for a robber onu hırsız sanmak. Things look bad for you. işleriniz kötü görünüyor. a belt for ten liras on liralık kemer. time for work işe uygun zaman. use a book for a desk sıra yerine kitap kullanmak. too beautiful for words sözle tarif edilemeyecek kadar güzel. tooth for tooth dişe diş. tremble for üzerine titremek. walk for two miles iki mil yürümek. What for? Niçin? Neden? word for word harfiyen, kelimesi kelimesine.

forage

(i)., (f). hayvan yemi, ot, saman, arpa; yiyecek peşinde koşma; (f). yiyecekleri yağma etmek; yiyecek temin etmek için uğraşmak; yem veya yiyecek tedarik etmek. forage cap (Ing). bir çeşit piyade veya subay başlığı.

foramen

(i). (çoğ. ramina) (anat)., (zool). küçük delik. foramen magnum (anat). kafatası altındaki büyük delik. foramen occipitale magnum (anat). artkafa büyük deliği. foraminated (s)., (anat). ufak delikli.

foraminifer

(i)., (zool). delikliler takımından bir deniz hayvanı.

forasmuchas

madem ki.

foray

(i)., (f). çapul; akın; (f). yağma etmek, çapulculuk etmek.

forbade

(bak). forbid.

forbear

(f). (bore, borne) kaçınmak, sakınmak, çekinmek. forbearance (i). kaçınma, sakınma; sabır, tahammül, kendini tutma. forbearina (s). sabırlı tahammüllü dayanıklı.

forbid

(f). (bade, bidden, bidding) menetmek, yasaklamak, yasak etmek. God forbid ! Allah esirgesin ! forbidden (s). yasak, yasaklanmış. Forbidden City Tibet deki Lhasa şehri; Pekin'deki eski yasak bölge. forbidden degrees nikâh düşmeyen akrabalık dereceleri. forbidden fruit ahlâkdışı zevk.

forbidding

(s). sert, haşin, ürkütücü nahoş.

forbore

(bak). forbear.

force

(i). güç, kuvvet, kudret; zor, cebir şiddet, baskı, tazyik; hüküm, tesir; (fiz). güç, kuvvet. force feed (mak). tazyikli yağlama, force majeure karşı konulmaz kuvvet, fors majör. force pump (mak). alavereli tulumba, baskılı tulumba. force of circumstamces durum gereği. air force hava kuvvetleri. by force of etkisiyle. by (main) force zorla, cebren. in force büyük kuvvetlerle, bütün kuvvetiyle; tedavülde, muteber, geçerli; yü rürlükte. Iand forces kara kuvvetleri. naval forces deniz kuvvetleri.

force

(f). zorlamak, icbar etmek, mecbur etmek; tazyik etmek, sıkıstırmak; zorla almak; ırzına geçmek; (bahç). suni usullerle turfanda meyva, sebze ve çiçek yetiştirmek. force a smile zorla gülümsemek. force ones hand acele karar vermeye zorlamak. force one's way zorla yol katetmek. force the door kapıyı zorlamak. force the game fazla sayı kazanmak için oyunu tehlikeye sokmak. force the pace sürati artırmak, işi veya gidişi hızlandırmak. forced draft ateşe tazyikle verilen hava; aşırı çalışmaya zorlama. forced labor zorla çalıştırma, angarya; angaryaya zorlanan işçiler. forced landing (hav). mecburi iniş. forced loan (tic). mecburi borçlanma. forced march (ask). zoraki yürüyüş'. forced sale mecburi satış. forcing pit (bahç). bitkileri çabuk yetiştirmek için ısı verici maddeleri havi çukur.

forcefeed

(f). zorla yedirmek.

forceful

(s). kuvvetli, şiddetli, güçlü; etkili, tesirli. forcefully (z). kuvvetle, şiddetle, zorla. forcefulness (i). kuvvet, şiddet, güç; etkili oluş.

forcemeat

(i). baharatlı kıyma.

forceps

(i)., (tıb). pens forseps.

forcible

(s). zora dayanan: mecburi; canlı; etkili, tesirli, ikna edici. forcibleness (i). mecburi oluş; etkili oluş; canlılık. forcibly (z). zorla, mecburi olarak; etkili olarak.

ford

(i)., (f). ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer; (f). sığ yerden yürüyerek geçmek. fordable (s). yürüyerek geçilebilir.

fore

(s)., (i). ön taraftaki, öndeki; ilk; daha evvelki; (i). ön; önde olan şey; (den). baş taraf, pruva. come to the fore başa geçmek, öne geçmek. the fore part ön taraf, baş taraf.

fore

(z)., ünlem ön tarafta, baş tarafta önde; ünlem Dikkat ! (golf oyununda önde bulunanlara tehlikeyi ihtar için bağırma). fore and aft (den). bas ve kıç istikametinde (gemi).

fore

önek önde veya önceden.

forearm

(i)., (anat). önkol,kolun dirsekle bilek arasındaki kısmı.

forearm

(f). önceden silâhlandırmak.

forebear

(i)., (gen). (çoğ). ata cet.

forebode

(f). önceden haber vermek; (özellikle uğursuz bir şeyi) önceden hissetmek. foreboding (i). kötü bir şeyin vuku bulacağını önceden hissetme, önsezi.

forecast

(i). tahmin, hava tahmini.

forecast

(f). (cast veya casted) önceden tahmin etmek; belirtisi olmak: tasarlamak.

forecastle

(i)., (den). baş kasarası.

foreclose

(f). (huk). parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden almak; imkânsızlaştırmak, engellemek; önceden halletmek.

foreclosure

(i)., (huk). ipotekli malı sahibinin kaybetmesi, hakkın düşmesi.

forecourt

(i). ön avlu ön bahçe.

foredeck

(i)., (den). güvertenin ön tarafı, bilhassa palavranın ön tarafı.

foredoom

(f). önceden mahkum etmek.

forefather

(i). ata, cet.

forefinger

(i). işaret parmağı.

forefoot

(i). ön ayak.

forefront

(i). en öndeki yer, ön taraf, ön sıra.

foregather

(bak). forgather.

forego

(bak). forgo.

forego

(f). (went, gone) önce gitmek.

foregone

(s). önceden gitmiş, geçmiş; bitmiş. foregone conclusion kaçınılmaz sonuç, mukadder olan şey.

foreground

(i). ön plan. in the foreground ön planda, ön tarafta, göze çarpacak yerde.

forehand

(i)., (s)., tenis sağ vuruş, forhend; atın boynu ve omuzları; menfaatli mevki; (s). sağ vuruşla yapılan; önderlik eden; önceden yapılan.

forehanded

(s)., (A.B.D). ihtiyatlı, tedbirli.

forehead

(i). alın; herhangi bir şeyin ön tarafı veya cephesi.

foreign

(s). yabancı, ecnebi; harici, dış; ilgisi olmayan. foreign accent yabancı aksanı. foreign affairs dışışleri. foreign-born (s). ikamet ettiği memleketten başka bir memlekette doğmuş. foreign exchange döviz; döviz alım satımı. foreign minister dış işleri bakanı. foreign office dışişleri bakanlığı. foreign to one's nature kendi tabiatına aykırı. foreign trade dış ticaret. foreigner (i). yabancı, ecnebi. foreignness (i).ecnebilik, yabancılık; uygunsuzluk, münasebetsizlik.

forejudge

(bak). forjudge.

forejudge

(f). önceden hüküm vermek.

foreknow

(f). (knew, known) önceden bilmek. foreknow'ledge (i). önceden bilme, önceden alınan haber.

foreland

(i). burun, çıkıntı; bir şeyin önündeki arazi parçası.

foreleg

(i). (hayvanlarda) ön ayak.

forelock

(i). alın üzerine sarkan saç demeti perçem; (mak). başlık çivisi, kilit pini. take time by the forelock fırsatı yakalamak, fırsatı kaçırmamak.

foreman

(i). ustabaşı, baş kalfa; reis, başkan, özellikle jüri başkanı.

foremast

(i)., (den). baş direği, pruva direği.

foremost

(s)., (z). başta gelen, en öndeki; (z). başta. first and foremost en başta, evvelâ. head foremost başı önde; çekinmeden.

forename

(i). birinci isim, küçük isim, şahıs ismi, vaftiz ismi. forenamed (s). yukarıda ismi geçen, mezkur.

forenoon

(i). öğleden evvel, sabah.

forensic

(s). mahkeme veya munazaraya ait, munazara kabilinden. forensic medicine adli tıp.

foreordain

(f). evvelden takdir etmek, önceden tayin ve tertip etmek. foreordination (i). kader, takdir, kısmet.

forepart

(i). ön taraf, ilk kısım.

forequarters

(i)., (kasap). ön ayak ve yanındaki kısımlar.

forerun

(f). (ran, run) önden koşmak, koşup geçmek, önünden gitmek; müjdelemek. forerunner (i). selef; cet, ata; müjdeci, haberci.

foresail

(i)., (den). trinketa yelkeni.

foresee

(f). (saw seen) önceden görmek ileriyi görmek, önceden bilmek.

foreshadow

(f). önceden ima etmek, (colloq). dokundurmak.

foresheet

(i)., (den). trinketa yelkeninin bir kısmı; (çoğ). kayığın ön tarafı.

foreshore

(i). inme sırasında suların çekildiği kıyı.

foreshorten

(f). (güz. san). resimde yandan görülen bir şeyin boyunu kısa göstermek.

foreshow

(f). (showed, shown) önceden göstermek, önceden söylemek.

foresight

(i). ihtiyat, tedbir, önceden görme, basiret.

foreskin

(i)., (anat). sünnet derisi, gulfe.

forest

(i)., (f). orman; (f). ağaç dikip orman haline getirmek, ağaçlandırmak.

forestay

(i)., (den). pruva ana istralyası.

forester

(i). ormancı; siyah bir cins pervane, (zool). Ageristus; bir çeşit büyük kanguru, (zool). Macropus giganteus.

forestry

(i). ormancılık; orman, ormanlık.

foretaste

(i). önceden alınan tat; önceden tadına varma.

foretell

(f). (told telling) önceden haber vermek; kehanette bulunmak.

forethought

(i). ihtiyat, tedbir; basiret; evvelden düşünme.

foretime

(i). geçmiş zaman.

foretoken

(i)., (f). ihtar, bir şeyin olacağına dair belirti; (f). evvelden uyarmak, ikaz etmek.

foretop

(i). (den). pruva çanaklığı.

foretopgallantsail

pruva babafingo yelkeni.

foretopmast

(i). pruva gabya çubuğu.

foretopsail

(i). pruva gabya yelkeni.

forever

(z)., (ing). for ever ebediyen daima: mütemadiyen, durmadan. forevermore (z). ebediyen, ilelebet.

forewarn

(f). önceden ikaz etmek, uyarmak.

forewoman

(i). başkalfa kadın: jurinin kadın başkanı.

foreword

(i). önsöz mukaddeme.

foreyard

(i)., (den). trinketa.

forfeit

(i). (s). (f). ceza olarak bir şeyin veya hakkın kaybedilmesi; (s). ceza olarak kaybedilmiş; (f). ceza olarak kaybetmek. forfeitable (s). ceza olarak kaybedilebilir.

forfeiture

(i). ceza olarak kaybetme.

forficate

(s)., (zool). uzun çatallı (kuş kuyruğu).

forgather

(f). toplanmak, içtima etmek, bir araya gelmek; rastlamak, tesadüfen görmek; ahbap olmak, sohbet etmek.

forgave

(bak). forgive.

forge

(f). ağır ve devamlı ilerlemek. forge ahead yarışta başa geçmek; ilerlemek.

forge

(i)., (f). demirci ocağı, demirhane, demir imalâthanesi; (f). demiri ocakta kızdrıp işlemek, dövmek; sahtesini yapmak.

forger

(i). sahte imza atan kimse, sahtekârlık eden kimse; demirci, demir döven kimse.

forgery

(i). sahte şey; sahte imza; sahtekârlık sahte imza atma.

forget

(f). (got, gotten, getting) unutmak, hatırından çıkarmak, hatırlayamamak; ihmal etmek. forget oneself diğerkâmlık etmek, kendini düşünmemek; kendini unutmak, kendinden geçmek; düşünceye dalmak. forget about a thing bir şeyi büsbütün unutmak. forgettable (s). unutulabilir.

forgetful

(s). unutkan, ihmalci; savsak, dikkatsiz. forgetfully (z). unutkanlıkla. forgetfulness (i). unutkanlık, ihmal.

forgetmenot

(i). unutmabeni, (bot). Myosotis palustris.

forgive

(f). (gave, given) affetmek, bağışlamak. forgivable (s). affedilebilir. forgiveness (i). af, bağışlama, bağışlanma, mağfiret. forgiving (s). affeden, merhametli. forgivingly (z). affederek, merhametle. forgivingness (i). affetme hasleti, bağışlama.

forgo

(f). (went, gone) vaz geçmek, sarfınazar etmek.

forjudge

(f)., (huk). mahkeme kararıyla elinden almak; mahkeme solonundan çıkarmak.

fork

(i)., (f). çatal; (bahç). bel; yol veya nehrin çatallaşan yer veya kolu; (f). çatallaşmak; ayrılmak; yerden bitmek (mısır); çatal şekli vermek, çatallaştırmak; ayrılmak; çatalla kaldırmak; savurmak; (bahç). bellemek. fork lift (mak). çatallı kaldırıcı. fork out, fork over, fork up argo teslim etmek, tediye etmek, (para) vermek, ödemek. forktailed (s). çatal kuyruklu. tuning fork diyapazon.

forked

(s). çatal şeklinde, çatallı, kollara ayrılmış. forked lightning zikzaklı şimşek.

forlorn

(s). ümitsiz, meyus; terkedilmiş, metruk, sahipsiz, kimsesiz, ıssız. forlorn hope boş ümit; ümitsiz bir teşebbüs; fedailer takımı. forlornly (z). ümitsizce.

form

(i). şekil, biçim, suret; beden, vücut, kalıp, cisim; cins, sınıf; tarz, usul, teamül; spor form; fiş, müracaat fişi; gelenek, etiket, hal; üslup; (matb). forma; (ing). (okullarda) sınıf: first form orta bir. bad form (ing). etikete aykırı davranış, uygunsuz tavır. form leeter basılmış hazır mektup. for forms sake adet yerini bulsun diye. in due form usul dairesinde. in good form iyi halde, keyfi yerinde. out of form pek iyi halde olmayan, keyifsiz; biçimsiz; spor formunda olmayan.

form

(f). biçimlendirmek, şekil vermek; teşkil etmek, yapmak; düzenlemek, tertip etmek; edinmek, geliştirmek; kurmak; şekil almak; hasıl olmak, gelmek, çıkmak, zuhur etmek. form an opinion fikir edinmek.

formal

(s)., (i). resmi, usule uygun; biçimsel, şekli; (i). tuvalet, gece elbisesi. formal analogy (man). biçimsel karşılaştırma. formal call resmi ziyaret. formal garden geometrik şekillere göre düzenlenmiş şişek bahçesi. formal logic (man). yapısal mantık; genel mantık. formally (z). resmi olarak, usulen, resmen.

formaldehyde

(i)., (kim). formaldehit, formol.

formalism

(i). biçimselcilik, şekilcilik, dış görünüşe ve davranışlara önem verme.

formalist

(i). biçimci kimse; resmiyet taraftarı.

formality

(i). resmi olma, resmiyet; biçimcilik; formalite, usul, âdet.

formalize

(f). resmileştirmek; şekil vermek; resmi olmak, teklifli olmak.

format

(i)., (matb). kitabın genel düzeni; (program) genel biçim.

formation

(i). şekil verme, düzenleme; tertip; oluş, teşekkül, formasyon; (ask). birlik; (ask). düzen; (jeol). oluşum.

formative

(s)., (i). şekil veren, şekil verebilen, teşkil etmeye yarayan; (biyol). büyüyebilir, gelişme eğilimi olan; (i)., gram ek, takı; ekli sözcük.

former

(i). biçimlendirici şey veya kimse.

former

(s). evvelki, önceki; öncel, eski, geçmiş, sabık; ilk bahsedilen: Of the two choices I prefer the former. iki şıktan birincisini tercih ederim. former times geçmiş zaman, eski günler.

formic

(s)., (kim). karıncalarda bulunan bir aside ait; karıncalara ait. formic acid karınca asidi.

formication

(i)., (tıb). karıncalanma.

formidable

(s). korkulur, korkunç, dehşetli, müthiş, heybetli; pek zor. formidabil'ity (i). korkunçluk; güçlük. for'midably (z). korkulacak surette, dehşet verici bir şekilde.

formless

(s). şekilsiz, biçimsiz.

formosa

(i). Formoza, Tayvan'ın eski ismi.

formula

(çoğ. -lae, -las) (i). usul, kaide; reçete, tertip; (mat)., (kim). formül.

formulary

(i). formüler; (ecza). kodeks.

formulate

(f). formül halinde ifade etmek; kesin ve açık olarak belirtmek. formula'tion (i). formül şeklinde ifade etme, formül haline koyma.

formulism

(i). formüllere bağlılık; formüller sistemi.

fornicate

(f), evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, zina etmek. fornication (i). evli olmayan kimseler arasındaki cinsel ilişki. fornicator (i). zina eden kimse, evli olmadığı bir kimse ile cinsel ilişkide bulunan kimse.

forsake

(f). (sook, saken) vaz geçmek; yüzüstü bırakmak, terketmek.

forsooth

(z)., alay gerçekten, hakikaten.

forspent

(z)., eski bitkin, bezgin, yorgun.

forstall

(f). erken davranıp önlemek, önüne geçmek; daha evvel davranmak; fiyatı yükseltmek için önceden satın almak veya istif etmek, kapatmak (mal).

forswear

(f). (swore, sworn) bırakmak için yemin etmek; yeminle inkâr etmek, yeminle reddetmek; bırakmak. forswear oneself yalan yere yemin etmek. foresworn (s). yalan yere yemin etmiş.

forsythia

(i). hor çiçeği.

fort

(i). kale, hisar; istihkâm. hold the fort savunmak, müdafaa etmek; işi devam ettirmek, yürütmek.

fortalice

(i)., (ask). küçük istihkâm.

forte

(i). bir kimsenin asıl hüneri ve başlıca sıfatı.

forte

(z)., (s)., (müz). kuvvetle, çok sesle; (s). kuvvetli.

forth

(z). ileri, dışarı, dışarıya doğru. and so forth ve saire, ve başkaları. back and forth ileri geri. bring forth doğurmak; meydana getirmek, hasıl etmek, çıkarmak. from this time forth bundan böyle, bundan sonra.

forthcoming

(s)., (i). yakında çıkacak, gelecek; hazır, mevcut; (i). geliş, varış.

forthright

(s)., (z). doğru, açık; içten, samimi; (z). doğru; hemen, derhal.

forthwith

(z). hemen, derhal.

fortieth

(s)., (i). kırkıncı; (i). kırkta bir.

fortification

(i). istihkam; kuvvetlendirme, tahkim etme; istihkam yapma.

fortify

(f). istihkam haline getirmek; takviye etmek, kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak, teyit etmek; alkol ilave ederek kuvvetlendirmek.

fortissimo

(s). (z)., (müz). çok kuvvetli; (z). kuvvetli sesle.

fortitude

(i). metanet sebat, tahammül. fortitudinous (s). metanetli, cesur, tahammüllü, dayanıklı.

fortnight

(i). iki hafta, on beş gün.

fortnightly

(s)., (z). on beş günde bir, iki haftada bir.

fortress

(i). istihkâm kale, hisar.

fortuitism

(i)., (fels). evrimin doğal kanunların rastlantılı sonucu olduğuna inanış.

fortuitous

(s). bir rastlantı sonucu vaki olan, tesadüfi. fortuitously (z). tesadüfen, kazara. fortuitousness, fortuity (i). tesadüf, rastlantı.

fortuna

(i). eski Romada talih tanrıçası.

fortunate

(s). talihli, bahtiyar, mesut. fortunately (z). iyi ki çok şükür, Allahtan, bereket versin.

fortune

(i). talih, baht; rastlantı, tesadüf; uğur; şans; kader, kaza, kısmet; servet, çok para. fortune hunter bilhassa evlenme yolu ile zengin olmak isteyen kimse, servet avcısı. fortuneteller (i). falcı. fortunetelling (i). falcılık. make a fortune zengin olmak, servet yapmak. soldier of fortune kiralık asker. tell one's fortune bir kimsenin falına bakmak. try one's fortune şansını denemek.

forty

(s)., (i). kırk (40, XL). forty acres 16 hektar. forty winks kısa süren uyku, şekerleme, kestirme. the roaring forties (coğr). 40° ile 49 arasındaki kuzey ve güney enlem dereceleri içinde kalan fırtınalı denizler.

fortyniner

(i). 1849da Kaliforniyaya altın aramak için giden kimse.

forum

(i). eski Romada pazar yeri veya meydan; forum; mahkeme.

forward

(f). ilerletmek, çabuk yetiştirmek, ilerlemesine yardımcı olmak; göndermek, yeni adrese göndermek, sevketmek. forwarder (i). sevkeden firma, malı sevkıyat acentesine götüren kimse. forwarding agent sevkıyat acentesi; ambar. forwarding address yeni adres.

forward

(s)., (i). ileride olan, öndeki, ön; ileri, ilerlemiş; küstah, cüretkâr; aşırı, müfrit; radikal; (i)., futbol ön sırada yer alan oyuncu, forvet. forward buying ileride teslim edilmek üzere satın alma. forward pass (A.B.D). futbol ileri doğru verilen pas. forwardly (z). peşinen, önceden; istekle, şevkle; kustahça. forwardness (i). cüret, küstahlık.

forwards

(z). ileri doğru, ileri, doğru. backwards and forwards ileri geri. bring forward göz önüne koymak, dikkati çekmek; nakliyekun yapmak. put forward ileri sürmek. put ones best foot forward en iyi şekilde etkilemeye çalışmak.

fossa

(çoğ. sae) (i)., (anat). çukur.

fosse , foss

(i). hendek, kale hendeği.

fossette

(i)., (anat). küçük çukur, gamze.

fossick

(f)., Avustralya eski maden ocaklarını eşerek maden aramak.

fossil

(i)., (s). fosil, taşıl; (k).dili eski kafalı kimse; (s). fosilleşmiş, taşlaşmış; eski kafalı. fossiliferous (s). fosilli. fossilize (f). fosilleşmek, taşlaşmak; fosilleştirmek, taş haline getirmek; köhneleşmek, köhneleştirmek, eskileştirmek. fossilization (i). taş kesilme fosilleşme.

fossorial

(s)., (zool). kazmaya müsait (ayak).

foster

(f). beslemek, buyütmek, bakmak; teşvik etmek, gayretlendirmek. foster brother süt kardeş (erkek); küçüklükten beri aynı yerde kardeş gibi büyümüş kimse. foster child evlât gibi büyütülmüş çocuk, evlâtlık; süt evlât. foster father çocuğu kendi evinde evlâdı gibi büyüten adam, babalık. foster mother sütana, çocuğu kendi evlâdı gibi besleyen kadın, analık. foster parents çocuğu kendi evinde evlâdı gibi büyüten ana baba.

fosterage

(i). evlâtlık büyütme; çocuğu kendi evlâdı gibi büyütecek bir ana babaya verme; besleme himaye, teşvik.

fosterling

(i). evlatlık, manevi evlât.

fought

(bak). fight.

foul

(f). kirletmek, pisletmek, murdar etmek, bulaştırmak; bozmak; rezil etmek; yanmış barutun çamuru ile kirletmek (top namlusunu); (den). ot ve midye bağlamak (tekne karinası); dolaştırıp işlemez hale getirmek, çaparız vermek; spor oyuncuya karşı kural dışı harekette bulunmak, haksız muamele etmek; kirlenmek, kir bağlamak; dolaşmak, karışmak. foul up argo acemice hareket etmek, karıştırmak.

foul

(s)., (i). iğrenç kerih, tiksindirici, nefret verici; kirli, pis, murdar; menfur, çirkin, ayıp; bozuk; sövüp sayma kabilinden; fena (hava); dolaşmış, karışmış, birbirine geçmiş; midye bağlamış (gemi teknesi); (den). gambalı çaparız; (i)., spor kurallara aykırı hareket, faul, hatalı vuruş veya davranış; dolaşma, karışma; çarpışma, bindirme (gemi). foul bill of health (den). bulaşık patent. foul breath pis nefes. foul copy düzeltmelerle karalanmış nüsha. foulmouthed (s). ağzı bozuk, küfürbaz. foul play kurallara aykırı oyun; haince hareket hıyanet, suikast; cinayet. foul shot basketbol faul atışı. by fair means or foul iyi veya kötü yola baş vurarak, nasıl olursa olsun. fall foul of çaparız gelmek; çatmak, kızdırmak. to play foul hainlik etmek. foully (z). çirkin bir şekilde; haince. foulness (i). bozukluk; pislik, kir; günah.

foulard

(i). fular, kadın elbisesi yapılan desenli ince bir kumaş.

found

(f). kalıba dökmek, dökmek, eritmek. founder (i). dökmeci, dökmeci ustası.

found

(f). kurmak, temelini atmak, tesis etmek. founder (i). kurucu.

found

(f)., (bak). find.

foundation

(i). tesis, kurma; temel, esas, dayanak; vakıf; kurum, kuruluş, müessese. foundation garment (A.B.D). korse.

founder

(f)., (den). su dolup batmak; batırmak: batmak, iflâs etmek; çökmek; sakatlanmak (at).

founder

(i)., (bayt). atlarda görülen tırnak iltihabı.

foundling

(i). buluntu, ana babası tarafından terkedilip sokakta veya başka bir yerde bulunan bebek.

foundry

(i). dökümhane; dökmecilik; döküm.

fount

(i). pınar, kaynak, memba, çeşme; (bak). font.

fountain

(i). çeşme, pınar, kaynak, memba; fıskıye. fountainhead (i). pınar başı, kaynak, memba. fountain pen stilo, dolmakalem. drinking fountain içmek için suyu yukarıya fışkırtan çeşme.

four

(s)., (i). dört; (i). dört rakamı (4, IV); dörtlü (kağıt veya domino); dört kişilik takım. four by four dörder dörder; dört inç kare kereste. four corners of the earth dünyanın dört bucağı. fourcycle (s)., (mak). dört devirli. fourdimensional (s). dört boyutlu. fourflusher (i)., argo blöfçü, martavalcı kimse. fourfold (i)., (s)., (z). dört kat. fourfooted (s). dört ayaklı. fourhanded (s). dört elli; spor dört kişilik; (müz). dört el için; iskambil dört kol. fourhorse (s). dört atlı. fourinhand (i)., (s). bir kişinin sürdüğü dört atlı araba; kravat, boyunbağı; dört atlı takım; (s). kravat gibi bağlanmış; dört atlı. fourleaf clover dört yapraklı yonca. fourlegged (s). dört ayaklı. fourletter word açık saçık soz. four masted (s)., (den). dört direkli. fouro'clock saat dört; gecesefası, (bot). Mirabilis jalapa. fourpence (i)., (ing). dört peni değerinde madeni para. fourposter (i). dört direkli karyola. fourscore (s). seksen. foursome (i). (oyunlarda) dörtlü grup veya takım. foursquare (s)., (z). dört köşe, kare; sıkı, metin, sağlam; (z). dosdoğru, açıkça, dobra dobra. fourwheel (s). dört tekerlekli. on all fours dört ayak üzerinde.

fourgon

(i)., (Fr). mühimmat veya eşya vagonu, furgon.

fourteen

(s)., (i). on dört (14, XIV).

fourteenth

(s)., (i). on dördüncü; on dörtte bir.

fourth

(s)., (i). dördüncü; (i). dörtte bir; (müz). do ile fa arasındaki aralık. fourthly (z). dördüncü olarak. fourth class mail (A.B.D). ucuz tarife ile gonderilen eşya postası. fourth dimension varsayılan dördüncü boyut. fourth estate gazetecilik, basın. the Fourth (A.B.D). Bağımsızlık Bayramı.

fovea

(i)., (biyol). vücudun herhangi bir yerinde bulunan küçük çukur.

foveola

(i)., (biyol). bir organda bulunan çok küçük çukur.

fowl

(i). (çoğ. fowl, fowls) (f). kuş; kümes hayvanı; tavuk, hindi veya ördek eti; (f). yabani kuş avlamak. barnyard fowl kümes hayvanı. Cochin fowl çin tavuğu. guinea fowl Hint tavuğu, Beç tavuğu, (zool). Numida meleagris. jungle fowl yaban tavuğu, (zool). Gallus gallus. Polish fowl tepeli tavuk. It is neither fish, flesh nor fowl. Hiç bir özelliği yok. fowler (i). kuş avcısı. fowling piece av tüfeği.

fox

(f). aldatmak, hile yapmak; sarhoş etmek; (kitap yapraklarının kenarlarını) kırmızıya boyamak; ekşitmek (bira).

fox

(i). tilki; tilki kürkü; kurnaz adam. fox chase tilki avı; bunu taklit eden oyun. fox glove (i). yüksükotu, (bot). Digitalis purpurea. foxhole (i). askerin sığınacağı çuku.r fox hound (i). tilki avında kullanılan köpek. fox hunting tilki avı. fox terrier tilki teriyeri. fox trot fokstrot. a sly fox kurnaz adam, tilki. flying fox meyva yiyen birkaç çeşit yarasa. gray fox Amerika'da bulunan boz tilki, (zool). Urocyon cinereoargenteus. red fox Kuzey Amerika'da bulunan kırmızı tilki, (zool). Vulpes vulpes.

foxy

(s). tilki gibi, kurnaz; tilki renginde, sarımsı veya kızılımsı kahverengi; zamanla solmuş, eskimiş; fazla ekşimiş.

foyer

(i)., tiyatro fuaye.

fr

(kıs). fragment, franc, from.

fr

(kıs). Father, France, Frau, French, Friar, Friday.

fra

(i). kardeş (rahip unvanı).

fracas

(i). gürültü, velvele, kavga.

fraction

(i). parça, kısım; (kim). damıtık madde; (mat). kesir. common fraction adi kesir, bayağı kesir. compound fraction bileşik kesir. decimal fraction ondalık kesir.

fractional

(s). kesri; cüzi. fractional currency ufaklık, bozuk para. fractional distillation (kim). uçucu sıvıları tedrici hararetle kısımlara ayırma, fraksiyonlu distilasyon.

fractionate

(f). kısımlara ayırmak (imbikten çekilen sıvılar), damıtmak.

fractionize

(f)., (mat). kesirlere ayırmak, kesre çevirmek; kısımlara ayırmak.

fractious

(s). ters, aksi, huysuz, kavgacı. fractiously (z). ters ters. fractiousness (i). huysuzluk, aksilik, çocuk terbiyesizliği.

fracture

(i)., (f). kırma, kırılma; kırık; (tıb). kemik veya kıkırdağın kırılması, kırık; yarık; çekiçle kırılınca madenin meydana çıkan yüzeyi; (f). kırmak çatlatmak, yarmak; kırılmak. compound fracture (tıb). kırılan kemik uçlarının deriyi delerek dışarı çıkması hali. greenstick fracture (tıb). küçük çocuklarda kemiğin iki parçaya ayrılmadan kırılması. simple fracture (tıb). basit kırık.

fragile

(s). kolay kırılır, kırılabilir; nazik, narin, ince. fragil'ity (i). kolay kırılma, narinlik.

fragment

(i)., (f). kırılmış parça, kısım; (f). parçalara ayırmak.

fragmentary

(s). kısım kısım, parça parça, parça halinde; eksik kalmış, ikmal edilmemiş.

fragmentation

(i). parçalanma. fragmentation bomb (ask). patlayınca şarapnel gibi parçalar saçan bomba.

fragrance

(i). güzel koku, rayiha.

fragrant

(s). güzel kokulu, rayihalı, mis kokulu. fragrantly (z). güzel kokarak, mis gibi.

frail

(s). kolay kırılır; kolay bozulur; zayıf; zayıf ahlâklı, kolayca günah işleyebilir. frailly (z). kolay kırılabilir şekilde; zayıf ahlâklı olarak. frailty (i). zayıflık, manevi zaaf. human frailty kolayca günah işleyebilme eğilimi, beşer zafiyetleri.

frail

(i). kuru yemiş küfesi; bir küfelik kuru yemiş.

fraise

(i). bilhassa Kraliçe 1. Elizabeth zamanında giyilen kırmalı yakalık; istihkâma konan uçları sivri kazıklar, şarampol.

fraktur

(i). Alman kitaplarında daha çok eskiden kullanılan harf şekli.

frame

(f). şekil vermek, uydurmak; tasarlamak; düzenlemek, tertip etmek, yapmak; çerçevelemek; çatmak, kurmak; argo yalan yere suç yüklemek; ilerlemek; becermek, uydurmak.

frame

(i). çerçeve, bina iskeleti, kafes, çatı; beden, vücut; gergef, tezgâh; hal. frame house ahşap ev. frame of mind düşünüş tarzı; mizaç, hal. frame of reference bir hüküm veya karar vermeden önce bilinmesi gereken şartlar ve değer hükümleri. frameup (i)., argo hileli düzen, kumpas; yalan yere suç yükleme, iftira, karacılık. framework (i). kafes, çatı, iskelet; çevre.

franc

(i). (Fransa, Belçika, isviçre) para birimi, frank; eskiden altın sonradan gümüş olarak basılan Fransız parası, frank.

france

(i). Fransa.

franchise

(i). oy verme hakkı; hükümet tarafından tanınan imtiyaz veya muafiyet, bu imtiyaz veya muafiyetin geçerli olduğu yer, melce; imtiyaz, hak: imalâtçı tarafından bayi veya perakendeciye tanınan mallarını satma yetkisi, acentelik. electoral franchise oy kullanma hakkı.

franciscan

(s)., (i). Fransiskan mezhebine veya rahiplerine ait; (i). bu mezhebe mensup rahip.

franco

önek Fransız.

francolin

(i). Afrika ve Asya'da bulunan keklik, çil, turaç, (zool). Francolinus.

franctireur

(i)., (ask). Fransız akıncı neferi, çeteci asker.

frangible

(s). kırılabilir. frangibil'ity (i). kırılma özelliği.

frangipane

, frangipani (i). bir çeşit yasemin ıtırı; alyasemin kokusu; (ahçı). badem ve krema ile yapılan bir çeşit pasta.

frank

(i)., (k).dili sosis.

frank

(i). ortaçağda Cermen kavimlerinden birine mensup kimse, Frank; Avrupalı, Frenk.

frank

(f)., (i). postada ücretsiz gitmesi için mektubun üzerine imza atmak, (mektup, telgraf) parasız göndermek; muaf tutmak, istisna etmek; (i). (mektup) posta ile parasız gönderme hakkı; ücretsiz gitmesi için mektupların üstüne atılan imza; ücretsiz giden mektup.

frank

(s). açık sözlü, serbest, samimi, içi dışı bir; açık, aşikâr. frankly (z). açıkça, dobra dobra; samimi olarak. frankness (i). açık sözIülük, samimiyet.

frankenstein

(i). Frankeştayn; kendi yaptığı bir iş sonucunda mahvolan kimse; yaratıcısının kontrolundan çıkıp mahvına sebep olan herhangi bir şey.

frankfurter

, frankfort(er) (i). bir çeşit baharatlı sosis.

frankincense

(i). günlük, buhur, tütsü.

frankish

(s)., (i). ortaçağdaki Frank kavmine ait; (i). bu kavmin dili; Frenkçe.

franklin

(i). eski devirlerde ingiltere'de orta halli arazi sahibi.

franklinstove

Benjamin Franklin tarafından icat edilen önü kapaklı bir çeşit soba.

frankpledge

(i)., eski (ing). (huk). bir semtte her erkeğin bütün semt halkının davranışlarından mesul olması.

frantic

(s). çıIgın, kendinden geçmiş, çileden çıkmış. frantic(al)ly (z). çıIgınca, kendini kaybetmişcesine.

frap

(f). (ped, ping) (den). sıkı bağlamak. frap a rope halatı sarmak, strangola etmek.

frappe

(s)., (i). buzlu, dondurulmuş; (i). meyvalı dondurma, buzlu şerbet frape.

frater

(i). erkek kardeş, arkadaş.

frater

(i)., eski manastır yemekhanesi.

fraternal

(s). kardeşlere ait; kardeş gibi, kardeşçe; kardeşlik cemiyetine ait. fraternally (z). kardeşçe.

fraternity

(i). kardeşlik; kardeşlik cemiyeti; dinsel veya toplumsal gaye ile kurulan birlik; erkek talebe kuruluşu; aynı sınıf veya meslekten olan erkekler.

fraternize

(f). birbiriyle kardeş gibi olmak, arkadaşlık etmek; düşmanla kardeş gibi samimi olmak. fraterniza'tion (i). arkadaşlık etme

fratricide

(i). kendi kardeşini öldürme; kendi kardeşlerini öIdüren kimse. fratrici'dal (s). kendi kardeşini öldüren, kardeş katli kabilinden.

frau

(i). (çoğ. -en) evli veya dul Alman kadını; Bayan (evli), Madam.

fraud

(i). hile, dolandırıcılık, sahtekarlık; dolandırıcı ve hilekar kimse, sahtekar kimse.

fraudulent

(s). hileli, sahte; hilekar, dolandırıcı; hile ile ele geçirilen. fraudulence (i). hilekarlık. fraud ulently (z). hile ile, sahtekarIıkla.

fraught

(s). dolu, yüklü. fraught with danger çok tehlikeli.

fraulein

(i). evli olmayan Alman kadını, Bayan (bekar), Matmazel.

fraxinella

(i). geyikotu, (bot). Dictamnus fraxinella.

fray

(i). kavga, karışıklık.

fray

(f). (kumaş) yıpratmak; yıpranmak.

frazzle

(i)., (f). yıpranma; (f). yıpratmak; yıpranmak, eskimek. beat to a frazzle, worn to a frazzle bitkin, çok yıpranmış.

freak

(i).garabet; acayiplik, hilkat garibesi, acibe; kapris, gelip geçen fikir veya arzu, maymun iştahlılık.

freakish

(s). acayip, garip; hilkat garibesi kabilinden; kaprisli. freakishly (z). beklenmedik bir şekilde. freakishness (i). acayiplik; kaprisli oluş, maymun iştahlılık.

freckle

(i)., (f). çil, leke, benek; (f). çillenmek; çil basmak. freckled, freckly (s). çilli.

free

(f). azat etmek, serbest bırakmak, çözmek; hapisten kurtarmak, tahliye etmek.

free

(s)., (z), özgür, hür, azat; serbest, kurtulmuş, baymsız; açık; bedava, parasız; (bot). ayrı; (kim). serbest terkipsiz; eli açık, cömert; teklifsiz, arsız; from ile azade, muaf, beri; of ile ari, kurtulmuş, serbest; (z). bedava, parasız. free alongside geminin bordasında teslim. free board parasız yemek. Free Church devletle ilişkisi olmayan kilise. free enterprise (ikt). serbest teşebbüs. free flight roketin enerjisiz uçuşu. freefrom pain ağrıdan kurtulmuş. free gift karşılıksız hediye. free kick spor serbest vuruş, frikik. free lance serbest yazar veya fotoğrafçı. free list (ikt). gümrüksüz giren eşya listesi; bir yere parasız girenlerin listesi, parasız dergi alanların listesi. free liver her şeyden bol bol yiyip içen kimse. free love bir erkekle bir kadının nikâhsız olarak birlikte yaşaması. free on board (tic). gemide teslim, fob. free port (tic). serbest liman. free thought (özellikle on sekizinci yüzyılda) serbest düşünce. free trade (tic). serbest ticaret, yüksek gümrük resminden muaf milletlerarası ticaret. free verse siir serbest nazım. free wheel (oto). rnotorun hızı arabanın hızından az olduğu zaman tekerleklerin serbest dönmesini sağlayan tertibat; bisiklette pedallar kullanılmayınca arka tekerleği serbest bırakan kenet. free with his money eli açık, cömert. make free with lâubali olmak, yüzgöz olmak. set free serbest bırakmak, azat etmek. freely (z). serbestçe.

freeandeasy

(s)., (z). teklifsiz, laubali.

freeboard

(i)., (den). fribord.

freebooter

(i). korsan, haydut.

freeborn

(s). hür doğmuş.

freedman

(i). (çoğ. -men) azatlı köle.

freedom

(i). özgürlük, hürriyet, serbestlik, azatllı; ihtiyar, irade; açık sözlülük; laubalilik, aşırı samimiyet; serbest düşünüş; muafiyet; fahri hemşehrilik veya üyelik sıfatı; bir şeyi serbestçe kullanma hakkı.

freeforall

(i), herkese açık yarış veya karşılaşma; herkesin katıldığı kavga.

freeform

(dilb). bağımsız kalabilen söz.

freeform

(s)., (güz.san). serbest eğrilerle şekillendirilmiş.

freehand

(s)., (güz.san). öIçü ve araç kullanmaksızın elle yapılmış (resim).

freehanded

(s). cömert, eli açık.

freehearted

(s). samimi; cömert; serbest, kayıtsız.

freehold

(i)., (huk). mülk; iyelik hakkı, mülkiyet. freeholder (i). mülk sahibi.

freelance

(f). kendi hesabına çalışmak (yazar, fotoğrafçı).

freeload

(f)., argo, slang otlamak, otIakçılık etmek. freeloader (i). bedavacı kimse, otlakçı kimse.

freeman

(i). köle olmayan kimse; hür adam.

freemartin

(i)., (bayt). erkek buzağı ile ikiz doğan cinsi yapısı kusurlu dişi buzağı.

freemason

(i). mason.

freesia

(i). frezya, bir tür süsen.

freespoken

(s). açık sözlu, sözünü esirgemeyen, düşündüğünü söyleyen.

freestone

(i). kolay yontulan taş, Malta taşı; yarma şeftali.

freestyle

(s). serbest yüzme stili.

freethinker

(i). (özellikle dinsel konularda) serbest düşünür.

freeway

(i). geniş çevre yolu.

freewheeling

(s). tekerlekleri serbest dönen; (k). dili fazla serbest davranan.

freewill

(fels). elindelik, ihtiyar, hür irade.

freewill

(s). gönüllü, kendiliğinden yapılan.

freeze

(f). (froze, frozen) (i). donmak, buz kesilmek; çok üşümek; buz tutmak; dondurmak, buz haline getirmek, buz bağlamak; fiyatları dondurmak, narh koymak; (ikt). dış üIkelere ait banka mevduatını dondurmak; (i). donma, don. freeze out (A.B.D)., (k).dili işten veya toplumdan uzaklaşmaya mecbur etmek. freeze over üstü buz tutmak (su). freeze up tamamen donmak, buz kesilmek; bir kenara çekilip ağzını açmamak. freeze one's blood kanını dondurmak, çok korkutmak. freeze to death soğuktan ölmek, donarak ölmek.

freezer

(i). donduran şey, dondurma makinası; yemekleri dondurarak uzun bir süre muhafaza eden dolap, dondurucu dolap.

freezing

(s). donmakta; dondurucu, çok soğuk. freezing point donma noktası.

freight

(i)., (f). navlun, nakliye ücreti; yük, hamule; yük katarı, marşandiz; (f). yüklemek; nakletmek. freight car yük vagonu. freight train marşandiz, yük treni.

freightage

(i). navlun, nakliye ücreti: yük, eşya; yük nakletme.

freighter

(i). şilep; yük sevkeden firma; ambarcı.

french

(s)., (i). Fransa'ya, Fransızlara veya Fransızcaya ait; (i). Fransızlar; Fransızca. French chalk terzi tebeşiri. French curve (müh). eğri çizmede kullanılan plastik şekil. French doors çift kanatlı camlı kapı. French dressing sirke ve çiçek yağından yapılan salata sosu. French fried yağda kızartılmış. French horn (müz). pistonlu korno, Fransız kornosu. French knot duğüm işi. French leave (bak). Ieave. Frenchman (i). Fransız. French toast yumurtaya batırılıp tavada kızartılmış ekmek. French window kapı gibi açılan uzun pencere.

frenchify

(f). Fransızlaştırmak; Fransızlaşmak.

frenetic

(s). coşkun, çok heyecanlı.

frenum

(i)., (Lat). (çoğ. nums, na) (anat). bir organın hareketini sınırlayan gışa kıvrımı.

frenzy

(i)., (f). çılgınlık, cinnet,coşkunluk, taşkınlık; (f). çıldırtmak, kudurtmak. frenzied (s). çıIgın.

frequency

(i). sık sık vuku bulma, çok tekerrür etme; belirli bir zaman içinde tekerrür etme sayısı; (fiz). frekans. frequency modulation radyo frekans modülasyonu.

frequent

(f). sık sık gitmek, çok uğramak.

frequent

(s). sık sık vuku bulan. frequently (z). sık sık. frequentness (i). sık sık vuku bulma.

frequentation

(i). bir yere sık gitme.

frequentative

(s)., (i)., (gram). tekrarlama bildiren; (i). tekrarlama gösteren fiil.

fresco

(i). (çoğ. coes, cos) (f)., (güz. san). yaş sıva üzerine yapılmış duvar resmi, fresk; (f). fresk yapmak.

fresh

(s)., (z)., (i). taze, yeni; tatlı (su); temiz, serin (hava); canlı; dinlenmiş, taravetli; acemi; (A.B.D)., (k).dili küstah, cüretkâr; yeniden süt vermeye başlayan (inek); (z). taze taze; (i). serinlik. fresh air camp açık hava kampı. fresh breeze serin ve orta hızda rüzgâr. fresh complexion tazelik, körpelik, taravet. freshwater (s). tatlı suya ait, tatlı suda yaşayan; acemi; (A.B.D). tanınmayan. begin a fresh chapter yeniden başlamak, yeni bir sayfa açmak. break fresh ground önemli bir hamlede bulunmak. fresh out of (k).dili yeni tükenmiş. freshly (z). taze olarak, dipdiri. freshness (i). tazelik, dirilik, taravet; acemilik.

freshen

(f). tazeleştirmek, tazelik vermek; artmak (rüzgar), sertleşmek; doğurmak (inek); (den). bir halatın yerini değiştirmek veya başka türlü tazelemek; tuzunu çıkarmak; tazelenmek; serinlemek.

freshet

(i). denize dökülen akarsu; bir akarsuyun birdenbire kabarması veya taşması.

freshman

(i). bir işe yeni başlayan kimse; kolej veya üniversitenin birinci sınıf öğrencisi.

fret

(f). (ted, ting) (i). üzülmek, sıkılmak, söylenmek; üzmek, kızdırmak, sinirlendirmek, rahatsız etmek; aşındırmak, yıpratmak, yemek; aşınmak, yenmek, yıpranmak; çalkalandırmak, dalgalandırmak; çalkalanmak;(i). üzüntü, sıkıntı, öfke; aşınma; yenmiş yer. fret and fume mırıldanmak, söylenmek. in a fret sinirli, asabi.

fret

(i)., (f). (ted, ting) (müz). sazın parmak basacak taksimi, perde; kenar süsü; (f). kenarını süslemek; (mim). kabartma yapmak; sazın perde taksimlerini takmak. fret saw kıl testere. fretwork (i). bazı yeri kabartma bazı yeri oyma olan iş.

fretful

(s). sinirli, huysuz, aksi, ters. fretfully (z). terslenerek, söylenerek. fretful ness (i). huysuzluk, terslik.

freudian

(i)., (s). Freud tarafından bulunan psikanaliz usulünün taraftarı, Freudyen; (s). Freud kuramlarına ait.

frgs

(kıs). Fellow of the Royal Geograph ical Society.

friable

(s). kolay ufalanabilir, kolay ezilir, gevrek. friabil'ity, fri'ableness (i). gevreklik, çabuk ufalanma.

friar

(i). bazı Katolik örgütlerinde rahip, frer. friary (s)., (i). frerlere ait; (i). manastır.

fribble

(f)., (s). eğlenmek, oynamak; away ile boşa harcamak; (s). hafifmeşrep, hoppa.

fricandeau

(i)., (Fr)., (ahçı). dana kızartması veya yahnisi.

fricassee

(i)., (f). salçalı et, yahni; (f). yahni pişirmek.

fricative

(s)., (i)., (gram). frikatit, (f)., (v), (s), (z) gibi sürtme sesi çıkaran sızıcı harflere benzer; (i). frikatif harf.

friction

(i). sürtme, delk, sürtünme; (tıb). ovma, friksiyon; anlaşmazlık, ihtilâf. friction clutch (mak). sürtünme kavramı. friction tape (elek). tecrit şeridi, izole bant. friction al (s). sürtme kabilinden.

friday

(i). cuma. Good Friday Paskalya yortusundan önceki cuma.

fridge

(i)., (k). dili buzdolabu.

fried

(s). yağda pişirilmiş; kızartılmış; argo sarhoş. fried eggs sahanda yumurta.

friend

(i). dost, arkadaş, ahbap; koruyan kimse, hami; yardımcı; (b.h). Kuveykır mezhebine mensup kimse. be friends with ahbap olmak. have a friend at court mahkemede dayısı olmak, arkası olmak. make friends dost kazanmak. make friends with someone bir kimse ile tanışmak, dost olmak. friendless (s). dostu olmayan.

friendly

(s). dost, dostça; uygun, dosta yakışır; eğlence kabilinden (oyun); müsait.

frier

(bak). fryer.

frieze

(i). kaba çuha, şayak.

frieze

(i)., (mim). saçaklıklarda baştabanla korniş arasmdaki tezyinat,efriz; buna benzer duvar süsü.

frigate

(i)., (den). firkateyn, eski tipte bir savaş gemisi; 1400 tonluk modern savaş gemisi. frigate bird çok uzun kanatlı bir deniz kuşu.

fright

(i). korku, dehşet; korkutucu şey, korkunç kimse; (k).dili çirkin şey. Iook a fright gülünç olmak, fena giyinmiş olmak.

frighten

(f). korkutmak, dehşete düşürmek; korkutup kaçırmak; ürkütmek.

frightened

(s). ürkmüş, korkmuş, dehşet içinde.

frightening

(s). korkutucu, dehşet verici.

frightful

(s). korkunç, müthiş; (k).dili berbat; iğrenç. frightfully (z). korkunç bir şekilde. frightfulness (i). korkunçluk, dehşet, iğrençlik.

frigid

(s). soğuk, buz gibi; cansız, duygusuz; cinsel bakımdan soğuk (kadın). Frigid Zone kutup bölgesi. frigid'ity (i). soğukluk, duygusuzluk, cansızlık. frig'idly (z). soğuk bir şekilde, duygusuzca. frig'idness (i). soğukluk, duygusuzluk.

frigidarium

(i). eski Roma hamamlarında serinleme yeri, soğukluk.

frijol

(i). Meksika'da çok beğenilen bir cins kuru fasulye.

frill

(i)., (f). farbala, fırfır, volan; (A.B.D). (k).dili gereksiz sus, gösterişli tavır, yapmacık; kuş veya hayvanların özellikle boyunlarında bulunan saçak gibi tüyler; fotoğraf filminin ucundaki kırışıklık; (f). farbala yapmak; kırıştırmak frilly (s). farbalalı, süslü.

fringe

(i)., (f). saçak, püsküllü saçak; saçak gibi şey, perçem, kakül; kenar; (fiz). ışın kırılmasından meydana gelen koyu çizgilerden biri; (f). saçak veya kenar takmak. fringe benefit işçiye ücreti dışında sağlanan her hangi bir şey (sosyal sigorta, emeklilik planı).

frippery

(i). özellikle elbisede gereksiz süs; yapmacık, gösterişli söz; cici bici şeyler, değersiz süsler.

frisette

(i). dalgalı saç Iülesi, frize.

friseur

(i)., (Fr). kadın berberi, kuvaför.

frisian

(s)., (i). Frizye'ye ait, Frizye'li; (i). kuzey Felemenk halkından biri; bu memleketin dili.

frisk

(f)., (i). sıçrayıp oynamak; oynatmak; (A.B.D)., argo bir kimsenin üstünü aramak, silah aramak; arama yaparken kıymetli şeyler çalmak: (i). sıçrama; oyun, neşe;arama, yoklama. friskily (z). neşeyle, canlılıkla. friskiness (i). neşe, canlılık. frisky (s). neşeli, oynak, yerinde duramayan.

frit

(i)., (f). (ted, ting) cam haline gelmeden önceki hammadde karışımı; (f). cam karışımını belirli derecede ısıtmak.

fritfly

buğday yiyen ufak sinek.

fritillary

(i). zambağa benzer bir çiçek; benekli kelebek.

fritter

(i). gözlemeye benzer bir çeşit börek.

fritter

(i)., (f). parça, ufak parça; (f). parça parça kesmek, dağıtmak. fritter away boşuna sarfetmek, ziyan etmek, israf etmek.

frivol

(f). (ed veya led, ing veya ling) (k).dili vakit öIdürmek, eğlenmek.

frivolity

(i). hoppalık; saçmalık, manasızlık.

frivolous

(s). önemsiz, ehemmiyetsiz; anlamsız, manasız, saçma, boş uçarı, sathi. frivolously (z). hafiflikle, ehemmiyetsiz bir şekilde. frivolousness (i). uçarılık; önemsizlik.

frizz

, frizzle (f)., (i). kıvırmak, kıvrılmak, kıvrım kıvrım olmak; (i) kıvrım, bukle. frizzy, frizzly (s). kıvırcık, kıvrım kıvrım.

frizz

, frizzle (f). cızırdatarak kızartmak, cızırdayarak kızarmak.

fro

(z)., sadece to and fro şeklinde öteye beriye, aşağı yukarı.

frock

(i)., (f). rahip cüppesi; cüppe; iş gömleği, iş elbisesi; redingot; frak; redingota benzer asker ceketi; kadın elbisesi, rop; (f). cüppe giydirmek, papaz tayin etmek. frock coat redingot, frak.

frog

(i). kurbağa; at tırnağının içi; (d.y). rayların çaprazvari kavuştukları noktadaki X şeklinde ray tertibatı, makas göbeği; kordonla kumaş kenarına yapılmış olan düğme iliği; çiçekleri dik tutmak için vazo içine konan ağır bir tutucu. frog in the throat ses kısılması. trae frog yeşilbağa, (zool). Hyla arborea. frog kick spor kurbağalama yüzüş. frogman (i). kurbağa adam.

frolic

(i)., (f). (icked, icking) (s). eğlence; coşma, neşe; (f). gülüp eğlenmek, (başkasına) oyun oynamak; (s). neşeli, şen, canlı, hayat dolu. frolicsome (s). eğlenceyi seven, şen.

from

edat den, dan, den dolayı. from above yukarıdan, gökten. from childhood çocukluktan beri. from ten to twenty ondan yirmiye kadar, on ile yirmi arasında. as from -dan başlayarak, itibaren.

frond

(i). eğreltiotu yaprağı; hurma yaprağı; bileşik yaprak.

front

(i)., (s)., (f). ön, baş; ön taraf, ön saf; (bir arsanın) yol kenarı; birleşik hareket grubu, cephe; hareket sahası, mücadele alanı; başkan, sözcü; gizli maksatları örtmek için kullanılan kurum veya şahıs; cüret; takdir; (otelde) sıra kendisinde olan vale; (meteor). (soğuk veya sıcak) hava bölgesinin ön cephesi; kolalı gömlek göğüslüğü; (s). öndeki; (f). yönelmek; karşı gelmek; karşılamak.front bench (ing). (pol). (Parlamentoda) ön sıralar, parti liderleri. front line (ask). cephe. front matter (matb). kitabın asıl metinden önceki sayfaları. front office başmüdürlük. front page baş sayfa. go to the front cepheye gitmek. present a bold front cesaret göstermek.

frontage

(i). binanın cephesi, arsanın sokağa bakan tarafı, cephe.

frontal

(i)., (s),, (anat). alın çatkısı; alın kemiği; (kil). mihrap örtüsü; (s). alna ait, alında olan. frontal attack cepheden taarruz.

frontier

(i). hudut, sınır, hudut bölgesi; yerleşilmemiş bölge, boş bölge; ilimde keşif sahası.

frontisoiece

(i). kitabın basındaki resimli veya süslü sayfa; yapı cephesi binanın yüzü.

frontlet

(i). alın bağı; hayvan alnı.

frosh

(i)., (A.B.D). argo Lirıiversitede birinci sınıf örencisi.

frostbite

(i). (parmak, yüz, kulak) soğuk ısırması.

frostbitten

(s). donmuş, soğuktan çürümüş.

frosting

(i). keklerin üzerine konan şekerli karışım.

frostwork

(i). cam üstünde buz tutmasından meydana gelen çiçek şekilleri, buz çiçekleri; buz çiçeklerinin taklidi olarak maden üzerine yapılan süsler.

frosty

(s). don ve ayaz gibi soğuk; buz tutmuş, don yemiş, kırağı düşmüş; soğuk, mesafeli, cana yakın olmayan; saçı ağarmış, kır saçlı. frostily (z). çok soğuk bir şekilde. frostiness (i). soğuk, don.

frot

(i)., (f). donma; ayaz, don, kırağı; soğuk davranış; argo başarısızlık, muvaffakıyetsizlik; (f). dondurmak, kırağı tutmak; şekerli bir karışımla kaplamak (pasta); donmak; buz tutmak. frost line toprağın azami buz tutma derinliği.

froth

(i)., (f). köpük; boş laf, saçma; (f). köpürtmek; köpük püskürtmek; köpürmek, köpük bağlamak. frothy (s). köpüklü.

froufrou

(i). hışırtı; (k).dili şıklık taslama.

froward

(s). ters, aksi, inatçı, asi, serkeş. frowardly (z). terslikle. frowardness (i). terslik.

frown

(f)., (i). kaşlarını çatmak; hiddetle bakmak; (i). kaş çatma, hiddetli bakış. frown on uygun görmemek; menetmek. frowningly (z). kaşlarını çatarak, memnun olmadığını belirterek; hiddetle.

frowsy

(s). dağınık, şapşal, pasaklı, kirli; çirkin; küf kokulu.

froze

(bak). freeze.

frozen

(s). donmuş, buz kesilmiş; kalpsiz, soğuk; dondurulup konserve edilmiş. frozen assets donmuş mevduat. frozen credits donmuş krediler. frozen prices donmuş fiyatlar.

fructiferous

(s). meyva veren, verimli, semereli.

fructify

(f). meyva vermek; meyva verir hale getirmek, mümbitleştirmek.

fructose

(i). meyva şekeri, früktoz.

fructuous

(s). meyva veren, verimli, semereli, faydalı, yararlı, karlı, kazançlı.

frugal

(s). idareli, tutumlu; sade. frugal'ity (i). tutumluluk. fru'gally (z). tutumlu olarak.

frugivorous

(s). meyva ile beslenen.

fruit

(i)., (f). meyva, yemiş; semere, mahsul, verim; tohum; (bot). bir bitkinin tohumlu kısmı; netice; sonuç; (A.B.D)., argo, slang ibne; (f). meyva verdirmek veya vermek; verimli kılmak veya olmak. fruit cake meyvalı kek. fruit cup bardak veya kadeh içinde verilen meyva salatası. fruit knife meyva bıçağı. fruit salad meyva salatası. fruit sugar früktoz.

fruitage

(i). meyva; meyva verme; sonuç, netice.

fruiter

(i). meyva taşıyan gemi; meyva ağacı.

fruiterer

(i)., (ing). yemiş satan kimse, meyvacı, manav.

fruitful

(s). meyva veren, yemişveren, verimli, mahsuldar. fruitfully (z). verimli olarak. fruitfulness (i). verimlilik, bereket.

fruition

(i). muradına erme, tahakkuk, gerçekleşme.

fruitless

(s). semeresiz, meyvasız; faydasız, nafile; kısır. fruitlessly (z). nafile olarak, boş yere. fruitlessness (i). semeresizlik, faydasızlık.

fruity

(s). meyva gibi; meyvalı; dalkavuk olan; argo ibne olan; argo çatlak.

frumentaceous

(s). buğday türünden, bugday veya diğer tahıllara benzer.

frumenty

, furmenty furmety (i)., (ing). bulgur sütlacı.

frump

(i). acayip kılıklı ve huysuz kadın, rüküş. frumpish, frumpy (s). böyle bir kadını andıran.

frustrate

(f). işini bozmak, boşa çıkarmak, hayal kırıklığına uğratmak: amacına engel olmak. frustrated (s). boşuna didinmiş, hedefine ulaşamamış; sinirli. frustra'tion (i). aksiliğe çatma hissi, boşuna uğraşma; asabiyet. frus'trating (s). boşa çıkaran, engelleyen; asap bozucu, sinirlendirici.

frustum

(çoğ. tums, ta) (i)., (geom). kesik koni veya piramit.

frutescent

(s)., (bot). çalı gibi, çalıya benzer.

fruticose

(s)., (bot). çalıya benzer.

fry

(f),, (i). tavada kızartmak veya kızarmak; (i). kızartılmış yemek; kızartılmış yemeklerin yendiği piknik. frying pan tava. jump out of the frying pan into the fire bir belâdan kurtulayım derken daha kötüsüne çatmak, yağmurdan kaçıp doluya tutulmak.

fry

(i). (çoğ. fry) yavru balık; çok sayıda doğan her türlü hayvan yavrusu; (çoğ). sürü halinde giden ufak balıklar. small fry çocuklar, ufaklıklar; değersiz kimse veya şey.

fryerfrier

(i). piliç kızartıcısı; tava; Piliç.

fstop

(i)., (foto). fotograf makinasının diyafram ayarı öIçüsü.

ft

(kıs). foot, feet.

fuchsia

(i). küpeçiçeği, (bot). Fuchsia hybrida.

fuchsine

(i). galibarda, koyu kırmızı boya.

fuck

Argo olarak (fiil) sikmek, (isim) sikme

fucus

(çoğ. fuci) (i)., (bot) esmer deniz alglerinden biri.

fuddle

(f)., (i). şaşırtmak, sersemletmek, sarhoş etmek; sarhoş olmak, sızmak; (i). sersemlik, şaşkınlık, sarhoşluk.

fuddyduddy

(i)., (k).dili geri kafalı kimse; müşkülpesent kimse.

fudge

(i)., (f). yumuşak bir şekerleme; boş laf, saçma; (matb). son dakikada gazeteye konan parça; (f). uydurmak; acemice iş görmek; saçma söz söylemek; bilya oyununda eli fazla ileri götürmek.

fuel

(i)., (f(. (ed, ing veya led, ling) yakacak, yakıt, mahrukat; (f). ateşe yakacak atmak; (den). yakıt yüklemek. fuel cell (mak)., (elek). hidrojen ve oksijen ile çalışıp elektrik akımı veren cihaz fuel cock gazocağı musluğu. fuel gauge (mak). akaryakıt göstergesi. fuel injector mazot enjektörü. fuel oil mazot, akaryakıt. fuel pump yakıt pompası. fuel tank yakıt deposu. add fuel to the flames yangına körükle gitmek.

fugacious

(s). uçar, uçucu; çabuk geçen, ömürsüz, süreksiz; (bot). geçici, dayanıksız, çabuk dökülen. fugaciousness, fugac'ity (i). uçuculuk.

fugal

(s)., (müz). füg türünden.

fugitive

(s)., (i). kaçak, kaçkın, firari; tutulmaz, alıkonulmaz; derbeder; solan (renk); geçici, muvakkat; (i). kaçak, firari; mülteci; muhacir; serseri.

fugleman

(i). (çoğ. -men) eski (ask). talim zamanında safların başında durup hareketleriyle askerlere ne yapacaklarını gösteren talimli nefer.

fugue

(i)., (müz). füg.

fuhrer

(i). Almanya'da lider. der Führer Hitler.

fujiyama

(i). Fujiyama Dağı.

fulcrum

(çoğ. -cra) (i)., (mak). dayanak noktası, dayanma noktası, manivela mesnedi.

fulfill

, ing fil (f). nail olmak, yerine getirmek, icra etmek; yapmak; görmek, ifa etmek; bitirmek, itmam etmek, tamamlamak. fulfillment (i). nail olma, ergi; icra, ifa, yapma, tamamlama, yerine getirme.

fulgent

(s). ,şiir çok parlak, şaşaalı.

fulgid

(s). parlak.

fulguration

(i)., (tıb). elektrik cereyanı ile siğil yakma.

fulgurite

(i)., (jeol). yıldırımın gevşek kuma düştüğü yerde hâsıl olan cam cinsinden eğri boru.

fuliginous

(s). isli, kurumlu, is gibi siyah.

full

(s). dolu; meşgul; boş olmayan, tutulmuş; tok; tam, tüm; azami derecede; met; dolgun, büyük, şişman, iri; tamam, bütün; dolun (ay); kalın, pes (ses); bol, geniş. full back (i)., futbol bek oyuncu. fullblooded (s). saf kan. fullblown (s). tamamen açmış; tam gelişmiş. fullbodied (s). kuwetli ve memnun edici derecede (içki). full brother öz erkek kardeş. full dress resmi elbise, frak. fullface (i). cepheden alınmış fotoğraf; (matb). kalın harf. fullfashioned (s). kesiksiz örülmüş. fullfledged (s). tüyleri büyümüş, tam olgunlaşmış; harekete geçmiş; tam yetkili. full gainer havada ters perende atarak suya dalma. full house tiyatro her yerin dolu olması; pokerde ful. fulllength (s). tam boy (portre). full membership tam üyelik asli üyelik. full moon dolunay. full nelson (güreşte) künde. full pay tam ücret veya maaş. full professor profesör. fullrigged (s). üç direkli tam armalı (gemi). fullscale (s). orijinal ebatta (suret, resim); bütün güçle yapılan (hücum, teşebbüs). full score (müz). her aletin çalacağı veya sesin okuyacağı notayı ayrı ayrı gösteren kitap. full speed tam sürat. full steam ahead son süratle ileri. full stop nokta; tam vuruş. full to overflowing, full to the brim ağzına kadar dolu, dopdolu. full up dopdolu. at full gallop dörtnala (at). chock full agzına kadar dolu. in full tam, etraflı. full blast in full swing bütün kuvvetiyle (çalışmak). in full view herkesin önünde, aleni olarak, görünürde. fully (z). tamamen; tamamıyle, tastamam, tam.

full

(f). (çuhayı) dibek içinde kül ve sabunla dövüp yıkamak, çırpmak; bol bırakarak dikmek veya dikilmek (elbise).

full

(i). bir şeyin dolusu, bir şeyin olgunluk mertebesi. to the full son haddine kadar, tamamıyle.

full

(z). tam, tamamen; fazlasıyle, pek çok; doğru. fullgrown (s). kemale ermiş, tam gelişmiş. full many a flower bir dolu çiçek.

fuller

(i). çırpıcı; demiri dövüp saç yapmakta kullanılan çekiç. fuller's earth kil, çamaşırcı toprağı. fullery (i). çırpıcı yeri.

fullingmill

çırpıcı dibeği.

fullness

i dolgunluk; tokluk; kemal, olgunluk, tam oluş, bütünluk; şişmanlık in the fullness of time vadesi gelince, zamam gelince

fully

z tamamen, butünüyle; hiç olmazsa

fulmar

i kutuplarda yaşayan martıya benzer bir çeşit deniz kuşu fu I

fulminate

f, i gürlemek, top gibi patlamak; ateş puskurtmek; patlatmak; Iânet okumak; i, kim fulminat asidinin tozu inisyal patlayıcı madde fulmina'tion i pat lama; ateş puskürme, gürleme; Iânet okuma ful'minator'y s gürleyen, dehşet saçan; Iânet okuyan

fulminic

s, kim fulminat asidine ait

fulsome

s aşm, müfrit, taşkm (iltifat), dalkavukça fulsomely z aşln olarak ful someness i aşırılık, müfrit oluş

fulvous

s kırmlzlmsl sam

fumarole

i volkanik duman püs kürten küçük delik

fumatory

s, i duman veya bu hara ait; i eşyayı tutsülemeye veya du man veya buhardan geçirmeye mahsus yer

fumble

f, i el yordamıyle beceriksizce aramak, boş yere çabalamak; tutamamak; becerememek; konuşurken duraklamak; oyun da topu duşürmek; i tutamayış, becereme yiş; topu düşürme fumbler i beceriksiz kimse fumblingly z beceriksizce

fume

i, f duman, buhar, pis kokulu duman, kurşun gibi madenlerin buğusun dan hâsıl olan toz; öfke, hiddet; f du man veya buhar çıkarmak, tütmek; tüt sülemek; buğusu çıkmak; kızmak, öfkelen mek fumeless s dumansız fumy s du man çıkaran, dumanlı

fumigate

fbuharladezenfekteet mek fumiga'tion i buharladezenfekteetme; buhardan geçirme fum'igator i bu şekil de dezenfekte eden kimse

fumitory

i şahtere, bot Fu maria officinalis

fun

i, f (ned, ning) s eğlence, zevk; şaka, latife; f, k dili şaka etmek, eğlenmek; s, k dili eğlendirici, hoş for fun işin içine para katmadan (oyun oynamak); şaka ol sun diye in fun şakadan, latife olarak Like funl Yok canıml make fun of, poke fun at bir kimse ile alay etmek, eğlenmek What funl Aman ne hoşl Enfes

funambulist

i ip cambazı

function

i, f ic gr!rev, vazife, fonksiyon; kuvvet, hassa; toren, merasim, musamere; mat fonksiyon; f işlemek, go revini yapmak function word gram iki kelime arasındaki ilişkiyi gosteren kelime functioning s faal, işler durumda, icra edilmekte olan, yururlükte

functional

s görevsel, vazifeye ait, kuvvete ait; pratik, ameli; vücut organ larının görev ve hareketlerine ait; biyol mutat vazifesini gören functional disorder tlb vucutta bir organın görevine tesir eden düzensizlik functionalism i görevselcilik, bir şeyin yapısının yapacağı göreve gore olması gerektiini ileri süren öğreti func tionally z görevsel bir şekilde, gorev ba kımından

functionary

i memur, gorevli

fund

i, f sermaye, mal, fon; stok; ser vet; ço para: f sermayeye tahvil etmek; eshama çevirmek; sermaye bulmak veya temin etmek funded debt birleştirilrrıiş dev let borçları mutual fund tic kendi hisse senetlerini satıp tedarik edilen para ile baş ka firmaların senetlerini alan anonim şirket raise funds para toplamak reserve fund tic ihtiyat sermayesi, ihtiyat akçesi sinking fund tic itfa sermayesi fundless s parasız

fundament

i makat, anus, kıç; cogr bir bölgenin coğrafi yapısı

fundamental

s, i esaslı, asli, önemli, mühim; birinci, temele ait, kaideye ait; muz esası bassoda bulunan; i esas, temel; müz en pes nota fundamental rights temel haklar fundamentally z esasen, esas itibariyle

fundamentalism

i Pro testanllkta aşırı tutuculuk; Kitabı Mukaddesi harfi harfine tefsir etme fundamentalist i dini akidelerde aşırı tutucu kimse

fundus

i, anat bir organın iç tarafı

funeral

i, s cenaze tö reni; gömme, defin; s cenaze törenine ait funeral director cenaze törenini vöneten kimse funeral home öIülerin ylkardyy, yakıldığı veya cenaze törenlerinin yapıldığı bina funeral oration cenaze töreninde yapılan konuşma funeral pile uzerinde ce setlerin yakıldığı odun yığını funeral urn olu kulünün saklandığı kap That's your funeral argo Bu senin bileceğin iş Bun dan bana ne7

funereal

s hazin, kasvetli; ce naze törenine ait, cenaze torenine yakışır funereally z kasvetli bir şekilde, huzunlu olarak fung, fungi onek, bot mantara ait

fungicide

i mantarları öIdüren ilaç

fungous

s, bot mantara benzer, mantara ait; birdenbire çıkan ve büyüyen fungos'ity i mantara benzerlik; birden bire büyüme

fungus

i, bot mantar veya man tar türünden bitki; trb yara etrafında veya deri üzerinde peyda olan mantar veya sün gere benzer /sıs/; birdenbire büyuyen şey

funicular

s, i tel tel, lifli; i inişli çıkışlı arazilerde kullanılan ve ara baları kablo veya halatla çekilen şimendi fer hattı, füniküler funicular railway kab lo ile işleyen dag demiryolu ve katarı

funiculus

i (ço li) ince lif

funk

i, f, ing, kdili korku, dehşet; korkak adam; f çok korkmak, korkup çekil mek; korkaklık etmek, kaçınmak; onlemek

funnel

i huni; baca, boru funnel cloud bulut hortumu, bazen kasırga esna sında görülen huni şeklindeki bulut

funnies

i, ABD kdili gazetede çizgi romanlar

funny

s eğlenceli, komik, güldürücü, kdili tuhaf, garip, acayip funny bone anat dirsekte bir şeye çarpınca kolun karın calanmasına sebep olan sinirin geçtiği yer funny business capraşık iş funny paper ABD k dili gazetenin çizgi roman ilâvesi

fur

i, f (red, ring) kürk, kürk manto; post; f kürkle kaplamak; pas veya kir bağ lamak (dil); mim döşeme tahtalannın al tına parça koymak make the fur fly ABD, k dili kavga çıkarmak rub a per son's fur the wrong way sinirine dokun mak, asabını bozmak furry s kurk kaplı,kürke benzer; tuylü

furbelow

i, f farbala, saçak; şa tafatlı süs, cicili bicili şey; f farbala ile süs!e mek

furbish

f parlatmak, tazelemek, yeni gibi yapmak

furcate

s, f çatallanmış, dallanmlş; f çatallanmak, aynlmak fur ca'tion i çatallanma, dallanma

furfur

i kepek (saçta)

furfuraceous

s kepekli

furious

s öfkeli, kızgın, küplere binmiş, gözü dönmüş; şiddetli, sert furi ously z öfkeyle, hiddetle furiousness i öfke, hiddet kızgınlık

furl

f (yelken, bayrak) sarmak

furlong

i bir milin sekizde biri, iki yüz metrelik mesafe

furlough

i, f sıla izni, sılaya gitme; f sıla izni vermek

furnace

i f ocak, kalorifer ocağı; azap yeri veya vakti; çok slcak yer; f ocakta kızdırmak

furnish

f teçhiz etmek, malzemesini vermek; döşemek, tefriş etmek; salamak, tedarik etmek, vermek furnished s möb leli, döşeli furnishings i mefruşat, mobilya, eşya

furniture

i eşya, mefruşat, mobil ya, malzeme; matb yazılar arasındaki boş lukları doldurmak için kullanılan madent parçalar

furor

i taşkınlık, heyecan; kızgınlık, kudurma, gazap

furrier

i kürkçü

furring

i kürk; dil üzerindeki kir; mim döşeme tahtasını düz tutmak için kirişin girintili yerlerine konulan tahta parçasl

furrow

i, f sabanın açtığı iz, karık; kırışık; tahta veya maden üstüne kazılan ufak oluk; f saban izi yapmak; alında kırışık Iık hâsıl etmek

further

s z, f ötedeki, uzaktaki, daha uzak; ilave olunan; (Further çogun lukla miktar ve derece, farther ise mesafe için kullaml/r) z daha öte; ilâveten, bun dan başka, ayrıca; f ilerletmek, yardım et mek furthermore z bundan başka, ayrıca furthermost s en ötedeki

furtherance

i yardım, muavenet

furthest

s en çok, en uzak, bak farthest

furtive

s gizli, sinsi furtively z gizlice, sinsi sinsi furtiveness i gizlilik, sinsilik

furuncle

i çıban, kan çıbanı

fury

i hiddet, şiddet, çıIgınlık; taş kınlık; bh Yunan efsanelerinde suçluları ce zalandırmakla gorevli ve yılan saçlı uç tanrı çadan biri; çok öfkeli kadın, şirret kadın in a fury ofkeli Iike fury kdili hiddetle; çok hızlı

furze

i katırtırnağına benzer bir bitki, bot Ulex europaeus

fuscous

s grimsi kahverengi

fuse

f eritmek, erimek; eriyip birbiriyle kaynaşmak, yapışmak

fuse

i, f fitil, havai fişek fitili; patlayıcı maddenin patlama cihazı; elek sigorta; f sigorta takmak; fitil koymak

fusee

fuzee i rüzgârda dahi kullanı labilen kibrit; saat kurgusu zincirinin sarıl dığı kuçük çark; demiryollarında kullanılan parlak işaret lambası; eczalı kav fusel

fuselage

i, hav uçak gövdesi, gövde

fusible

s eritilebilir fusibil'ity erime kabiliyeti

fusiform

s iğ şeklinde, iğimsi

fusil

i, ask bir çeşit eski tufek

fusile

s eritilerek veya doküm yolu ile yapılmış

fusileer

fusilier i, eskitüfek kul lanan asker; çog Ingiltere'de bazı alayların adına ilâve olunan isim

fusillade

i, f yaylım ateşi; f yay Iım ateşi açmak

fusion

i erime, eritme; eritip birleş tirme; birlestirme; pol partilerin birleşmesi; fiz atomlann kaynamasyndan meydana gelen reaksiyon

fuss

i, f telas, yaygara, itiraz, tartlşma; aşırı övgü; f titiz davranmak ufak ayrıntılarla ilgilenmek; meraklanmak; yakınmak, sızlan mak; telâş etmek; telâşa vermek fussbudget i, kdili telâşlı veya yaygaracı kimse

fussy

s kılı kırk yaran; titiz, tel3şçı; huy suz, clrlak; cicili bicili, fazla süslü fussily z titizlikle fussiness i titizlik, telâş

fustanella

i Yunan Efsun asker lerinin giydikleri eteklik

fustian

i, s dimi, pamuklu kadife; tumturaklı üslup; s dimiden yapılmış; tum turaklı; saçma, boş, değersiz

fustic

i san boya veren bir ağaç; bu ağaçtan çIkan boya

fustigate

f, saka sopa ile döv mek fustiga'tion i dayak, kötek

fusty

s küflü; çürük kokan, kokmuş; köhne, modasl geçmiş fustiness i çürük kokma, kokmuşluk, küflülük; köhnelik, de modelik fut kys future

futile

s boş, nafile, abes; değersiz futilely z abes şekilde, boş yere futil'ity i yararslzllk, faydaslz oluş, abes oluş

futtock

i, den ahşap geminin dip kerestesi, döşek

future

s, i. gelecek, müstakbel, istikbalde olan, gelecek zamana ait; i. istikbal, gelecek, yarın, ati; ömrün geri kalan kısmı; gram gelecek zaman kipi futures, i. çok ileride teslim edilmek üzere satılan veya satın alman mal: vadeli işlemler, gram. future perfect gelecekte belirli bir zamandan evvel tamamlanacak olan bir hareketi veya durumu gösteren fiil zamanı

futurism

i fütürizm futurist i fütürist

futurity

i istikbal, gelecek; ileride meydana gelecek bir olay fuze, fuzee bak fuse, fusee

fuzz

i, f tüy gibi şeyler, tüy; hav; h vırcık saç; argo polis; f ufak parçalarla kaplamak; tüylenmek fuzzball i yabani mantar fuzzy s tuy ve hav dökuntüsü gibi olan: donuk belirsiz; kabank (saç) fy sonek yapmak: simplify, beautify; ol mak, kesilmek: liquify: etmek: unify, signify

fylfot

i gamall haç

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL