NE ARAMIŞTINIZ?

Limasollu Naci İngilizce Eğitim Setleri ve Online İngilizce Kursu Bir Arada

e ne demek Türkçe anlamı

Türkçe İngilizce sözlükte arama yapmak için ise tıklayabilirsiniz.


A B C D E F G H I J K L M N O P Q R S T U V W Y Z
Aranan Kelime: e
Bulunan Sonuç: 1397

e

ingiliz alfabesinin beşinci harfi.

e'en

(z). even, evening.

e'er

(z). ever

eager

(s). istekli, hevesli, arzulu, şevkli, canlı, sabırsız. eagerly (z) şiddetli arzuyla, büyük şevkle, sabırsızlıkla. eagerness (i). şevk istek, arzu, canlılık. eager beaver (A.B.D), (argo) vazifesine fazlasıyla bağlı olan kimse.

eagle

(i). kartal, karakuş, (zool.) Aquila;kartal şeklinde veya kartal resmi taşıyan herhangi bir şey (mühür, damga, madeni para). eagle owl puhu kuşu gibi bir çeşit baykuş. eagle ray fulya balığı. eaglewood tree kartal ağacı,(bot.) aquilaria agallocha. booted eagle cüce kartal,(zool.) hieraetus. golden eagle kaya kartalı ,altın kartal, (zool.) aquıla chrysaetos.

eaglesighted

(s). uzağı görebilen, eagleyed nüfuz edici bakışları olan. keskin gözlü.

eaglestone

(i). eski bir söylentiye göre kartalların yuvalarında fol olarak kullandıkları ceviz iriliğinde bir taş, kartal taşı .

eaglet

(i). kartal yavrusu.

eaglewinged

(s). kartal gibi hızlı ve yüksekten uçan.

eagre

(i). nehrin ağzında ani met taşması.

eairn

(i). taş yığını halinde abide, mezar veya işaret noktası, kurgan.

ear(1)

(i). kulak, işitme duyusu; müziğin inceliklerini sezebilme yeteneği; testi kulpu gibi kulak şeklinde olan herhangi bir şey; dikkat, kulak verme .ear flap soğuktan koruyucu kulaklık. ear lobe kulak memesi .ear trum pet ağır işiten kimselerin kullandıkları kulak borusu. a word in your ear gizli söz, sır .be all ears kulak kesilmek, dikkatle dinlemek. by ear (müz.) notasız, kulaktan. give ear to kulak vermek, dinlemek. have an ear for music müzik kulağı olmak. keep an ear to the ground yeni haberlerle ilgilenmek. Iend an ear kulak vermek, dinlemek. play by ear notasız çalmak; olaylara göre hareket etmek. prick up one's ears kulak kabartmak . put a flea in one's ear imada bulunmak, kulağını bükmek, ikaz etmek. turn a deaf ear kulak asmamak, aldırmamak. up to the ears in work fazla meşgul. Did your ears burn? Kulaklarınız çınladı mı? Sizden bahsediyorduk.

ear(2)

(i)., (f). Başak; (f). başaklanmak, Başak bağlamak, başak tutmak. in the ear kabuklu.

earache

(i). kulak ağrısı.

eardrop

(i). sallantılı küpe.

eardrops

(i). kulak damlası.

eardrum

(i). kulak zarı.

earful

(i).,( .A.B.D.), (k.dili) üzerinde çok durulan bir söz; dedikodu havadis; azarlama.

earl

(i). kont earl'dom (i). kontluk, bir kontun unvanı ve sahip olduğu topraklar.

earlap

(i). kulaklık; kulak memesi, kulak kepçesi.

early

(s)., (z). erken; eski; ilk, ilkel; (z). vakitsiz, vaktinden evvel. early bird erken kalkan, sabahçı. The early bird gets the worm Erken davranan istediğini elde eder. early riser erken kalkan kimse .at an early age çocukken.at your early convenience sizin için uygun olan ilk fırsatta.

earmark

(i)., (f). hayvanların kulaklarına takılan marka; damga; (f). kulağa işaret koymak; belirli bir maksatla ayırmak, bir yana koymak, tahsis etmek.

earmuff

(i). kulaklık (soğuğa karşı).

earn

(f). kazanmak, edinmek, hak etmek.

earnest(1)

(s). ciddi; gerçek, hakiki; istekli; içten, samimi. in earnest ciddi olarak, samimiyetle, gerçekten.

earnest(2)

(i)., (huk.) pey, kaparo, avans, teminat. earnest money teminat akçesi, pey akçesi.

earnings

(i). kazanç, kâr; maaş, gelir.

earphone

(bak) headphone.

earpick

(i). kulak temizleyecek alet.

earring

(i). küpe.

earshot

(i) işitilecek mesafe, kulak menzili, kulak erimi.

earsplitting

(s). kulak tırmalayıcı, sağır edici (ses).

earth (1)

(i). dünya yeryüzü, arz; toprak, kara, zemin; bu dünya; dünya halkı; (kim.) nadir toprak alkali metallerinden her biri; elektrik akımının devresini tamamlayan toprak. earth flax asbest. earth movement (jeol.) Dünya kabuğunun hareketi. earth science dünyanın oluşumunu ve özelliklerini inceleyen çeşitli ilimler. come down to earth hayal kurmaktan vazgeçmek, gerçekçi olmak. run to earth yakalayıncaya kadar kovalamak; buluncaya kadar aramak. scum of the earth ayaktakımı .Why on earth? Ne halt etmeye...? Acaba neden...?

earth (2)

(f) inine kaçırmak (tilki); inine kaçmak; (elek.) toprağa bağlamak.

earthborn

(s). insanoğlu; fani, dünyevi.

earthbound

(s). maddi; toprağa sıkıca bağlı.

earthen

(s). topraktan yapılmış, toprak.

earthenware

(i). çanak çömlek, toprak işi.

earthlight, earthshine

(i). yeryüzünden yansıyıp ayın gölgede kalan kısımlarını aydınlatan ışık.

earthling

(i). yeryüzünde yaşayan kimse, fani kimse; kendini dünya işlerine vermiş kimse.

earthly

(s). dünyaya ait, dünyevî; imkân dahilinde, (k.dili) akla yatkın. of no earthly use hiç bir faydası olmayan, beş para etmez. earthlyminded (s). maddi fikirlere sahip, dünyevi fikirli .earthliness (i). dünyevî oluş, maddilik; imkan dahilinde oluş.

earthnut

(i)., (ing.) Amerikan fıstığı, (bot.) Arachis; domuz elması; yermantarı,domalan.

earthquake

(i). deprem, yer sarsıntısı, zelzele.

earthshaking

(s). inançları kökünden sarsan, fikirleri altüst eden.

earthwork

(i)., (ask.) toprak tabyası, topraktan yapılan set, siper.

earthworm

(i). solucan, yer solucanı, (zool.) Lumbricus terrestris.

earthy

(s). topraktan ibaret, toprağa benzer, topraklı; kaba, incelikten yoksun.

earwax

(i). kulak kiri, kulak salgısı.

earwig

(i). kulağa kaçan, (zool.) Forfi cula auricularia.

ease (1)

(i). rahat huzur; serbestlik, kolaylık, tabiilik.at ease rahat, teklifsiz. At ease ! (ask.) Rahat ! feel at ease içi rahat etmek with ease rahatça, kolaylıkla.

ease (2)

(f). rahat ettirmek, sıkıntıdan kurtarmak; ağrıyı yatıştırmak; basınç veya gerilimi azaltmak; kolaylaştırmak; dikkatle yerleştirmek; (den.) ağır ağır laçka etmek. ease the ship (den.) gemiyi dalgaya karşı götürmek. Ease the helm ! (den.) Ağır ağır gel ! ease off yavaş yavaş gevşetmek (ip). ease one's mind içi rahat etmek.

easeful

(s). rahat, asude, sakin.

easel

(i). ressam sehpası, şövale.

easement

(i). rahatlık veren herhangi bir şey; sıkıntıdan kurtarma; (huk.) irtifak hakkı.

easily

(z). kolaylıkla, kolayca, rahat rahat, bol bol; şüphesiz.

easiness

(i). kolaylık, yumuşak veya tabii davranış.

east

(i)., (s)., (z). doğu, şark; doğu halkı veya uygarlığı; (s). doğu ile ilgili; (z). doğuya doğru . East Germany Doğu Almanya .East Indies Hindistan, Hindi çini ve Doğu Hint Adaları. east wind, easter doğudan esen rüzgar, gündoğusu.Far East. Uzak Doğu . Near East Yakın Doğu eastward(s) (s)., (z). doğu yönünde (olan) eastwardly (z)., (s). doğuya; (s). doğudan esen (rüzgar).

easter

(i). Paskalya yortusu.Easter Day Paskalya günü. Easter egg Paskalya yumurtası. Easter lily zambak.Eastertide (i)., Easter time Paskalya zamanı.

easterly

(z)., (s). doğuda, doğuya doğru; (s). gündoğusuna bakan, doğudan esen .easterly wind gündoğusu.

eastern

(s). doğusal, doğuda olan, doğudan gelen doğuya ait .Eastern Church Rum Ortodoks Kilisesi. Eastern Hemi sphere Doğu Yarımküresi. easterner (i). şarklı kimse, bir memleketin doğusunda oturan kimse.

easting

(i)., den doğuya doğru hareket.

easy (1)

(s). kolay, rahat; asude, sakin; yumuşak, uysal; hafif, yavaş, ağır .easy chair koltuk. easy mark (k.dili) kolayca aldatılabilen kimse.easy money kolay kazanılıp kolay sarf olunan para.easy of access kolay görüşülebilir, yanına yaklaşılabilir. in easy circumstances, on easy street hali vakti yerinde, varlıklı, müreffeh .

easy (2)

(z)., (k.dili) kolayca, rahatça. Take it easy Yavaş yavaş Kendini yorma. Kolayına bak .işi hafiften al Kızma.

easygoing

(s). yumuşak uysal tabiatlı, yumuşak başlı.

eat

(f). (ate, eaten) yemek; gıda almak; yemek yemek. eat away yavaş yavaş yiyip bitirmek; yiyip durmak. eat one's heart out kendi kendini yemek, çok üzülmek .eat one's words sözünü geri almak. eat out of house and home aşırı derecede yiyerek aile bütçesini altüst etmek. eat up yiyip bitirmek. eatable (s).yenebilir What's eating you? (k.dili) Nen var?

eats

(i).,(çoğ.),(A.B.D.) argo yemek.

eau

(i)., Fr (çoğ. eaux) (o) su. eau de Cologne kolonya. eau forte ofort, madeni levhaları hakketmek için kullanılan nitrik asit; böyle hakkedilmiş levhalarla basılan resim.

eaves

(i). saçak, çıkıntı .eaves trough yağmur suyunu akıtan oluk.

eavesdrop

(f). (i). kulak misafiri olmak, kendisini ilgilendirmeyen konuşmaları belli etmeden dinlemek; (i). saçaktan damlayan su. eavesdropper i kulak misafiri. eavesdropping (i). kulak misafiri olma.

ebb

(i). (f). cezir, deniz sularının çekilmesi; bozulma, düşüş, düşkünlük; (f). çekilmek (deniz); bozulmak, düşmek, zayıflamak. ebb tide cezir, inik deniz. at a low ebb çok fena vaziyette, müşkül durumda. ebb and flow gelgit, meddücezir.

ebon

(s)., şiir siyah.

ebonite

(i). ebonit, bir çeşit siyah sert kauçuk, volkanit.

ebony

(i).,(s). abanoz, abanoz ağacı, (bot.) Diospyros ebenum; (s).abanozdan yapılmış; siyah.

ebullient

(s). içi kaynayan, taşkın, coşkun, şevkli; kaynayan, taşan (sıvı) .ebullience, cy (i). kaynayıp taşma; coşkunluk, şevk.

ebullition

(i). kaynama; taşkınlık, coşkunluk.

ecarte

(i). iki kişi ile oynanan bir iskambil oyunu.

ecaudate

(s). kuyruksuz.

eccentric

(s)., (i). eksantrik, alışılagelmişin dışında; acayip, garip, tuhaf; (geom.) merkezleri aynı olmayan, merkezde olmayan, ekseni merkezden geçmeyen, dışmerkezli; (i). garip bir kişiliğe sahip olan kişi; alışılmamış ve garip görünüşlü şey; (mak.) eksantrik, devri hareketi yatay harekete çeviren tertibat, salgılı kasnak. eccentrically (z). garip bir şekilde; dışmerkezli olarak .eccentric'ity (i). tuhaflık, yabansılık: dışmerkezlilik .

ecclesia

(çoğ si ae) (i). kilise; cemaat; eski Yunan şehir devletlerinde yasama meclisi. ecclesiarch (i). kilise başkanı, büyük papaz. ecclesias'tic (s)., (i). kiliseye veya kilise örgütüne ait, dini; (i). papaz, vaiz, rahip . ecclesias'ticism (i). kilise prensip veya usulleri, bu usullere bağlılık ve merak.

ecclesiology

(i). kilise mimarisi ve kilise süsleme sanatı çalışması.

ecdysis

(,çoğ. ses) (i)., (zool.) yılan ve böceklerde dış derinin atılması, değişmesi, dış kabuğun dökülmesi. ecdysiast (i). striptiz yapan kadın.

echelon

(i)., (ask.) kademe, diziliş.

echinoderm

(i). denizkestanesi ve deniz yıldızı gibi derisi dikenli bir hayvan .

echinus

(i). deniz kirpisi, denizkestanesi; (mim.) yastık, Dorik sütunlarda yuvarlak kenarlı sütun başlığı.

echo (1)

(i). (çoğ. oes) yankı; (müz.) bir parçanın hafif ve yankıyı andıran bir şekilde tekrarı; taklit eden kimse, taklitçi; şiirde bazı hece ve seslerin tekrarı, nakarat.

echo (2)

(f). yansımak, aksetmek; yansıtmak, aksettirmek; tekrar etmek; taklit etmek .

echolalia

(i)., (psik.) anlamsız sözlerin üst üste tekrarlanması.

echolocation

(i). sesin yankılanmasından faydalanarak bir cismin bulunduğu yön ve uzaklığı saptama.

eclair

(i). ekler, bir çeşit küçük oval pasta.

eclampsia

(i)., (tıb.) Loğusa humması, havale.

eclat

(i). üstün başarı; alkış; şeref, büyük şöhret.

eclectic

(s)., (i). çeşitli sistem ve kaynaklardan derlenmiş; seçme şeylerden ibaret; seçen, derleyen; (i). felsefe ve sanatta belirli bir inancı olmayıp çeşitli fikirler ve üsluplar içinden kendine uygun gelenleri seçen kimse, değişik sistem ve fikirleri birleştiren kimse.eclectically (z).seçip toplayarak, derleyerek. eclecticism (i). seçip toplamak eğilimi.

eclipse

(f). ışığını karartmak, tutmak, örtmek; (bir kimsenin) yıldızını söndürmek, bir kimseden üstün çıkmak, gölgede bırakmak; tutulmak, sönmek.

eclipse

(i). tutulma, güneş tutulması, ay tutulması; sönme, karanlığa gömülme, gözden kaybolma, yok olma. annular eclipse güneşin halka şeklinde tutulması. lunar eclipse ay tutulması. partial eclipse Güneş veya ayın kısmen tutulması.solar eclipse güneş tutulması. total eclipse güneş veya ayın tamamen tutulması .

ecliptic

(i)., (s)., (astr.) ekliptik, dünyanın etrafını dolaşan ve tropiklere değen büyük halka; (s). güneş ve ayın tutulmasına ait.

eclogue

(i). karşılıklı konuşma şeklinde pastoral şiir.

ecology

(i). organizmaların çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyen biyoloji dalı, çevre bilim.

economic

(s). iktisadi, ekonomik; idareli, az masraflı, masrafını çıkaran; mali işlere ait. economic man iktisadi insan, yalnız kendi çıkarını düşünen ve düzenli hareket eden kimse.economical (s). idareli, az masraflı, tutumlu; iktisadi, ekonomik. economically (z). az masraflı, idareli; iktisadi yönden. economics (i). iktisat, ekonomi ilmi . home economics ev idaresi bilimi .econ'omist (i). iktisatçı.

economize

(f). ekonomi yapmak, iktisat yaparak idare etmek, ihtiyatlı kullanmak, idareli kullanmak, idareli sarf etmek, masrafı kısmak. economizer (i). iyi idare eden kimse, tutumlu kimse.

economy

(i). iktisat, tasarruf, idare; tutum, israftan çekinme; idare usulleri, teşkilât.minister of economy maliye bakanı. political economy politik ekonomi, iktisat ilmi.

ecosystem

(i). bir yerde bulunan bütün canlılar topluluğu ile çevreleri ve hayat şartları.

ecru

(i). ham ipek veya keten rengi; bu renkte kumaş.

ecstasy

(i). vecit halinde olma, kendinden geçme, aşırı sevinç; vecit; (tıb.) ekstaz.

ecstatic

(s). vecit haline ait. ecstatically (z). vecit halinde olarak.

ectoderm

(i), (zool.) ektoderm, dış deri.

ectomorphic

(s)., (fizyol.) en çok sinirleri ve beyin kısmı gelişmiş olan .

ectoplasm

(i), (biyol.) ektoplazma, dışplazma; bir medyumdan çıktığı farz olunan sihirli ruh.

ecuador

(i). Ekvador Cumhuriyeti.

ecumenical

(s). evrensel; kiliselerin birleşmesine ait; bütün Hıristiyanlarca kabul edilen.

ecumenism

(i). Hıristiyan kiliselerinin evrensel birliği için uğraşan kimselerin düşünce ve prensipleri.

eczema

(i)., (tıb.) egzama, bir çeşit deri hastalığı, mayasıl.

edacious

(s). obur, açgözlü .edaciously (z) oburcasına edacity (i). oburluk, çok yeme.

edam, edam cheese

(i). dışı kırmızı mumla kaplı içi sarı bir Hollanda peyniri.

eddy

(i)., (f). girdap, anafor; rüzgâr veya tozun girdap gibi dönmesi; (f). girdap gibi döndürmek veya dönerek gitmek.

edelweiss

(i). edelvays, Alp dağlarına mahsus küçük beyaz bir çiçek, (bot.) Leontopodium alpinum.

edema

(i)., (tıb.) ödem, vücudun bir yerinde su toplanması.

eden

(i). Aden, cennet.

edentate

(s)., (i). dişsiz; (zool.) bazı dişsiz memeli hayvanlara ait; (i). bu hayvanlardan biri .

edessa

(i). Urfa'nın eski ismi.

edge

(i). kenar, ağız; (geom.) ayrıt; keskinlik; sınır, hudut; (A.B.D.), (k.dili) avantaj, üstünlük . edge tool kesecek alet, keskin ağızlı alet . give an edge to bilemek; açmak (iştah); (A.B.D.), (k.dili) avantaj tanımak.on edge sabırsız; endişeli, aksi, sinirli; fazla hassas. take the edge off körletmek; kapamak (iştah); zevkini azaltmak .set his teeth on edge dişlerini kamaştırmak, sinirlendirmek; iğrendirmek.

edge

(f). yanaşmak, yavaş yavaş sokulmak, yaklaşmak; yan yan ve yavaş yavaş sürmek; bilemek, keskinletmek; kenar geçirmek. edge in sokulmak.edge out kıl payı ile yenmek; kenara itmek.

edgeways, edgewise

(z). kenarı üste gelecek şekilde, yan yan, yandan . not be able to get a word in edgeways karşısındakinin fazla konuşmasından dolayı ağzını açamamak.

edging

(i). kenar, kenar için kullanılan şerit, dantel, sutaşı.

edgy

(s). sinirli, alıngan, huzursuz; keskin kenarlı; (güz.san.) ana hatları fazla bariz .edginess(i). sinirlilik.

edible

(s),(i). yenebilir; (i). yenen şey, yiyecek. edibil'ity (i). yenebilme niteliği.

edict

(i). emir, ferman, bildiri, tebliğ.

edification

(i) zihni ve ahlâki yönden geliştirme, yetiştirme, takviye etme; bilgi verme; ıslah ve terbiye.

edifice

(i). bina, büyük bina, yapı.

edify

(f). öğretmek; ıslah ve terbiye etmek; moral bakımından takviye etmek. edifying (s). iyi bir örnek olan .

edit

(f). başkasının yazdığı bir yazıyı basılmak üzere hazırlamak, telif etmek; düzeltmek, düzenlemek; bir gazetede mesül müdür olmak.

edition

(i). baskı, tabı, bir kitabın bir defada basılması veya basılma sekli; bir kitabın bir defada basılan nüshalarının sayısı,tiraj .de luxe edition lüks baskı. first edition ilk baskı .

editor

(i). bir kitabı matbaaya gitmek üzere tertip edip hazırlayan kimse, müellif, editör; gazete müdürü, başyazar. editorship (i). kitap hazırlama veya yazma, müelliflik, editörlük.

editorial

(s).,(i). gazete vb'nin müdürüne ait veya böyle bir kimsenin uslubuna göre; (i). başmakale. editorialize (f). haber naklederken yorum yapmak.

educate

(f). eğitmek ve öğretmek, terbiye etmek, yetiştirmek, talim etmek, okutmak, öğrenim yaptırmak. educated (s). öğrenim görmüş, tahsilli, aydın. educator (i). eğitmen, öğretmen.

education

(i). eğitim, eğitim ve öğretim, tedris, tahsil, maarif, yetiştirme, eğitme; ilim, irfan; pedagoji, eğitim bilimi. educational (s). tahsille ilgili, eğitimsel, terbiyevi .educationally (z). terbiye bakımından, eğitim yönünden.

educe

(f). sonuç veya anlam çıkarmak, sonuca varmak.

educt

(i). çıkarılan şey. educ'tion (i). çıkarma, istihraç etme; çıkarılan şey.

ee

(sonek) assignee veya payee kelimelerinde olduğu gibi bir fiile hedef olan kimseyi gösteren ek; bazen or ile karışıpyapan anlamına gelir: escapee .

eec

(kıs.) European Economic Community.

eel

(i). yılan balığı, (zool.) Anguilla; yılana benzer uzun balık.eelgrass (i)., (bot.) zostera otu. eelskin (i). yılan balığı derisi veya buna benzer şey. eelworm (i). (zool.) sirke kurdu . cusk eel kayış balığı, (zool.) Ophidium barbatum sand eel kum balığı, (zool.) Ammodytes.

eer

(sonek) ci anlamında sonek.

eerie, eery

(s). tekin olmayan, korku veren, ürkütücü, meşum. eerily (z). ürküterek, korku vererek, uğursuzlukla .eeriness (i) tekin olmayış, uğursuzluk, meşumluk.

efface

(f). silmek, bozmak; yok etmek, gidermek, izale etmek. efface oneself kendini çekmek, kendini göstermemek. effacement (i). silme; yok etme; kendini çekme.

effect

(i). etki, sonuç, eser; anlam, husus, meal; tatbik mevkii, fiil, iş, işlem. put into effect, give effect to tatbik mevkiine koymak, uygulamak.cause and effect sebep ve sonuç. for effect gösteriş için. in effect gerçi, aslında, gerçekten, filhakika. of no effect etkisiz, tesirsiz, neticesiz, faydasız take effect yürürlüğe girmek; etkisini göstermek, islemek. to that effect bu hususta, bu mealde effects (i).,(çoğ.) eşya, mal.

effect

(f). başarmak, sonuca vardırmak.

effective

(s)., (i). işe yarar; itibar olunur, sayılır; yürürlükte; etkili, tesirli; hakiki, fiili; (i). faal hizmete hazır asker veya ordu; (tic.) efektif, nakit, para .effective range tesirli top menzili. effectively (z). tesirli olarak, fiilen. effectiveness (i). etki, tesir; geçerlilik, itibar.

effectual

(s). istenen sonucu veren, tesirli, etkileyici; yeterli, kifayet edici; geçerli, muteber .effectually (z). etkili bir şekilde; yeterli olarak .

effectuate

(f). icra etmek, tatbik mevkiine koymak; üstesinden gelmek, başarmak.

effeminate

(s). kadınımsı, erkekçe davranışları olmayan. effeminscy (i). kadınca davranış, erkekçe olmayan tavır. effemi nately (s). kadın gibi, kadınca.

efferent

(s)., (anat). dışarı götüren; dışarı götürülen.

effervesce

(f). köpürmek, kabarmak; coşmak, galeyana gelmek, neşelenmek.

effervescence

(i). kabarma, köpürme; coşma, neşelenme. effervescent (s). köpüren; coşkun, neşeli.

effete

(s). mertliğini kaybetmiş; bitkin; erkekliğini yitirmiş; kısır, verimsiz.

efficacious

(s). istenen sonucu veren, etkili, tesirli, yararlı.

efficacy

(i). istenen sonucu verebilme yeteneği, yarar, fayda, etki.

efficiency

(i). yapılan işe veya kullanılan enerjiye göre verim oranı, randıman oranı; yeterlik, kifayet, ehliyet; etki, tesir; kabiliyet derecesi.

efficient

(s). randıman oranı yüksek olan; yeterli, ehliyetli, işbilir, becerikli; etkili, tesirli. efficient cause tesir edici sebep. efficiently (z). yeterli olarak; becerikli olarak.

effigy

(i). heykel, büst, resim, tasvir, suret, şekil; hoşa gitmeyen bir kimsenin kötü tasviri. burn veya hang in effigy (halkın nefret ifadesi olarak) bir kimsenin büstünü veya resmini yakmak veya asmak.

effloresce

(f). çiçek açmak; (kim). hava ile temas edince ince toz haline gelmek; tozla örtülmek. efflorescence (i). çiçek açma, olgunlaşma; tozlanma; (tıb). derinin kızarması. efflorescent (s). çiçeklenen, çiçek açan; hava ile temas edince tozlanan.

effluence

(i). dışarı akma, akıntı, seyelân; bu suretle akan madde. effluent (s)., (i). dışarı akan, cari; (i). dışarı akan madde; gölden ayrılıp akan çay veya dere.

efflux

(i). dışarı akış, akıntı.

effort

(i). gayret, çaba, çabalama, kendini sıkma; (mak). kuvvet, kudret. effortless (s). gayretsiz, çaba göstermeyen; kolay.

effrontery

(i). küstahlık, yüzsüzlük, hayâsızlık.

effulgence

(i). parlaklık parıltı, ihtişam, şaşaa, nur. effulgent (s). ışık saçan, parlak, şaşaalı. effulgently (z). ışık saçarak, parlak bir şekilde, şaşaalı olarak.

effuse

(s)., (bot). yayılmış; (zool). ağzı açık (bazı kabuklu hayvanlar).

effuse

(f). dışarı akıtmak, dökmek; yaymak.

effusion

(i). dökme akıtma; dökülen veya akan şey; içini dökme, coşkun hislerin etkisi altında yazılan yazı; (tıb). bedenin içinde kanın damarlardan başka dokulara akması.

effusive

(s). bol miktarda dökülen, akan, taşan; coşkun, heyecanlı, taşkın; (jeol). volkanik kayaların yer yüzeyinde katılaşmasıyla ilgili. effusively (z). coşkunlukla, taşkınlıkla. effusiveness (i). coşkunluk, taşkınlık.

eft

(i)., (zool). ufak semender veya kertenkele.

eft , eftsoon

(s) (z)., eski biraz sonra, çok geçmeden; gene.

eg

(kıs). exempli gratia (Lat). for example meselâ, örneğin.

egad

ünlem Yahu ! Hey mübarek !

egalitarian

(s)., (i). siyasal ve sosyal eşitlikle ilgili; (i). siyasal ve sosyal eşitliğe inanan kimse.

egg

(i). yumurta, tohum; yumurta biçiminde herhangi bir şey; (mec). tasarı, taslak; (A.B.D)., argo herif; (A.B.D)., argo bomba, torpido. egg timer yumurtanın kaynama zamanını ölçmekte kullanılan saat gibi bir alet. egg white yumurta akı. a bad egg argo ciğeri beş para etmez adam. Easter egg Paskalya yumurtası. fried egg sahanda yumurta, yağda pişirilmiş yumurta. hardboiled egg lop yumurta, çok kaynamış yumurta. Iay an egg yumurtlamak; (A.B.D)., argo fiyasko vermek. put all one's eggs in one basket varını yoğunu tehlikeye atmak; bütün sermayesini bir işe yatırmak. scrambled eggs çırpılarak yağda pişirilen yumurta. sit on eggs kuluçkaya yatmak; endişeli olmak. soft boiled egg rafadan yumurta, az kaynamış yumurta. tread on eggs nazik bir durumda dikkatli olmak.

egg

(f)., (gen). on ile tahrik etmek, kışkırtmak, teşvik etmek.

egg

(f). pişirmeden önce üzerine çırpılmış yumurta sürmek; (A.B.D). (k).dili birinin kafasına çürük yumurta atmak.

egganddartpattern

(mim). binaların cephelerini süslemek için silmelerin yüzeyine süs olarak yapılan yumurta ve kargı seklinde kabartmalar, beyzi mimari süsleme.

eggbeater

(i). yumurta çırpma teli.

eggcup

(i). yumurtalık.

egghead

(i)., (A.B.D)., argo, alay aydın, kültürlü ve zeki kimse.

eggnog

(i). çırpılmış yumurtayla şeker ve sütten yapılan bir içecek; bunlara viski katılarak meydana gelen içki.

eggplant

(i). patlıcan, (bot). Solanum melongena.

eggshaped

(s). yumurta biçiminde oval, beyzi.

eggshell

(i)., (s). yumurta kabuğu; (s). kolay kırılır, nazik, ince; uçuk sarı veya fildişi.

eglantine

(i). kokulu bir yabani gül, (bot). Rosa rubiginosa.

ego

(i). ruh ve bedenden ibaret insan; (fels). hisseden, düşünen ve iradesini kullanan kimse; (psik). ben, ego; (k).dili kendini beğenmişlik.

egocentric

(s). kendini merkez olarak alan, başka kişileri veya şeyleri kendi durumuna göre düşünen; (fels). kişinin algıladığı şekilde varlığı olan.

egoism

(i). bencillik, egoizm, hodbinlik hodkâmlık, yalnız kendi öz varlığını düşünme ve sevme; kendini beğenmişlik; (fels). yalnız kişisel bilincin bilindiğini iddia eden doktrin; kişisel çıkarların ahlâkın esası olduğunu öne süren görüş, davranışların doğrudan doğruya kişisel çıkarlar tarafından harekete getirildiği görüşü. egoist (i). bencil, egoist, yalnız kendini düşünen kimse; kendini beğenmiş ve kibirli kimse. egoistic (s). kendini fazla düşünen, bencil, hodkâm. egoistically (z). bencillikle, egoistçe.

egotism

(i). kendinden çok bahsetme, egotizm, kendini beğenmişlik, övünme; hodbinlik, bencillik. egotist (i). kendinden çok bahseden övüngen kimse; bencil kimse. egotistical (s). kendini beğenen; bencil. egotistically (z). kendini överek; bencillikle.

egregious

(s). fevkalade kötü, çok fena. egregiously (z). kötülükle. egregiousness (i). göze batar derecede fena ahlâklı oluş, kötülük.

egress

, egression (i). dışarı çıkma, gitme, gidiş; çıkış kapısı; çıkış müsaadesi.

egret

(i). küçük beyaz balıkçıl, buna benzer bir balıkçıl; sorguç, kuş tepeliği. Iittle egret küçük beyaz balıkçıl, (zool). Egretta garzetta.

egurgitate

(f). kusup çıkartmak.

egypt

(i). Mısır. Egyptian (s)., (i). Mısır'a ait; (i). Mısırlı; eski Mısır dili.

egyptology

(i). eski Mısır uygarlığını inceleyen ilim kolu. Egyptologist (i). bu uygarlığı inceleyen kimse.

eh

ünlem Ey ! Vay ! Ya !

eider

(i)., eider duck (zool). Kuzey Avrupa ile Amerika'ya ait iri bir deniz ördeği. eiderdown (i). bu ördeğin göğsünden alınan yumuşak ve ince tüy; bu tüyden yapılmış yorgan.

eidetic

(s)., (psik). önceden algılanan objelerin zihinde net bir şekilde canlandırılması yeteneğine ait, bu yetenekle ilgili.

eidolon

(i). (çoğ. la) şekil,görüntü, hayal: hayalet.

eigen

önek, (Alm). kendi: eigenvalue bir denklemin şartlarından birinin müsait olabilen değerlerinden biri.

eight

(s)., (i). sekiz; (i). sekiz rakamı (8, Vlll); sekiz kısımdan ibaret olan şey; yarış kayığında kürek çeken sekiz kişilik takım. eight-hour day çalışma sÜresini günde sekiz saat olarak kabul eden sistem. behind the eight ball (A.B.D)., argo müşkül durumda.

eighteen

(s)., (i). onsekiz; (i). onsekiz rakamı (18, XVIII). eighteenth (s)., (i). onsekizinci, onsekizde bir.

eightfold

(s)., (z). sekiz kat, sekiz misli.

eighth

(s). sekizinci, sekizde bir. eighth note sekizlik nota, çengelli nota.

eightscore

(i)., (s). sekiz kere yirmi.

eighty

(s)., (i). seksen; (i). seksen rakamı (80, LXXX). eightieth (s)., (i). sekseninci; seksende bir.

eikon

(bak). icon.

einkorn

(i). küçük kızıl buğday, (bot). Triticum monococcum.

eire

(i). irlanda.

eisteddfod

(i). Gal ülkesinde edebiyatçılarla saz şairlerinin yıllık yarışması.

either

(s)., zam, (bağ). ikisinden biri, ya o ya bu, iki, her iki, her; (bağ). ya, de. Either he is talking or he is singing. Ya konuşuyor ya da şarkı söylüyor. Either of them is enough. ikisinden biri kâfidir. either this or that ya bu ya o. nor you, either ne de siz. on either cheek her iki yanağında da.

ejaculate

(f). birden bire söyleyivermek; atmak, fırlatmak, fışkırtmak. ejacula'tion (i). ünlem; (fizyol). dışarı atma, fışkırtma. ejaculatory (s). ünlem şeklinde, birdenbire, ani, fevri (söyleyiş).

eject

(f). ani bir şekilde dışarı atmak, çıkarmak, fışkırtmak; defetmek, kovmak, azletmek. ejection (i). çıkarma, çıkarılan şey, fışkıran şey. ejection (hav). tehlike zamanında uçaktan ayrılan ve paraşütle inen pilot kapsülü. ejectment i., huk. masrafları ve tazminatıyla beraber bir mülkü geri almak için açılan dava. ejector i. çıkartan veya fışkırtan şey, ejektör, fıskiye; mak. buhar yayarak bir sıvıyı boşaltan araç, tahliye cihazı, tüfek ve tabanca gibi silâhların namlularından boş kovanları atan cihaz.

ejective

s. çıkarma eğiliminde olan.

eke

f., gen. out ite ilâve etmek katmak, eklemek, artırmak; güçlükle geçinmek, zar zor yetmek.

el

bak. elevated railway

el salvador

El Salvador Cumhuriyeti.

elaborate

s. dikkatle işlenmiş, özenilmiş, mükellef, tafsilâtlı, ayrıntılı, inceden inceye işli. elaborately z. üzerinde dikkatle durarak, inceden inceye işleyerek.

elaborate

f. ince işle ve emekle meydana getirmek, incelikle işlemek, ihtimam etmek, ayrıntılı bir şekilde hazırlamak, genişletmek. elabora'tion i. ihtimam, inceden inceye işleme.

elan

i. şevk, canlılık, ateşlilik; hamle, davranma.

eland

i., zool. Güney Afrika'ya mahsus iri bir geyik.

elapse

f. geçmek, akmak (zaman).

elastic

s., i. elâstikî, esnek, eski şeklini alan, toplanıp çekilen; lâstikli; hoş görü sahibi, şartlara kolayca uyabilen; üzüntü, hastalık veya yorgunluktan sonra çabucak kendine gelen, kendini çabuk toparlayan, kolay kolay yılmayan; ekon. ihtiyaca göre artıp eksilen, mütedavil (para); i. Lâstikli kumaş; lâstik bant; lâstikten yapılmış şey. elastic limit esneme sınırı.

elasticity

i. elâstikîyet, esneklik.

elastomer

i., kim. sentetik kauçuk gibi elastik bir madde.

elate

f. sevindirmek, mutlu etmek, neşelendirmek, coşturmak, gururlandırmak. elated s. mutlu, memnun, sevinçli, bahtiyar. elation i. gurur, sevinç, kıvanç, mutluluk, saadet.

elaterium

i., ecza. müshil olarak kullanılan eşek hıyarı özü.

elbow

i. dirsek; dirsek şekli. elbow grease k.dili alın teri, emek. at his elbow yanı başında, elinin altında. out at the elbows fakir, kılıksız, pejmürde, perişan. rub elbows with (tanınmış kimselerle) vakit geçirmek. up to the elbows çok meşgul, işi başından aşmış.

elbow

f. dirsekle itmek veya vurmak; ite kaka yol açmak.

elbowroom

i. rahatça hareket edilebilecek yer, geniş yer.

elder

s., i. iki kişinin yaşça daha büyüğü; daha ilerde veya kıdemli olan; eski; i. ihtiyar; kilise mütevelli heyeti üyesi. elder statesman devlet işleri için fikri sorulan, kendisine danışılan emekli kimse.

elder

i. mürver ağacı, bot. Sambucus nigra. elderberry i. mürver ağacının meyvası. dwarf elder yer mürveri, bot. Sambucus ebulus. water elder dağdağan, bot. Viburnum opulus.

elderly

s. oldukça yaşlı, yaşını basını almış, ihtiyar.

eldest

s. yaşça en büyük

eldorado

isp. altın ülkesi diye şairlerce hayal edilen bir Güney Amerika ülkesi; altınlarla donanmış yalancı cennet.

eldritch

s., (eski) büyülü, tekin olmayan, korku uyandıran.

elecampane

i. andız otu, bot. ınula helenium.

elect

f., s. seçmek intihap etmek; s. seçilmiş, seçimi kazanmış.

election

i. seçim, intihap, tercih; ilcih ebedi saadeti nasip eden ilahi takdir. election day seçim günü. election district seçim bölgesi. election precinct seçim mahallesi.

electioneer

f. bir aday veya partinin seçimi kazanması için çalışmak.

elective

s., i. seçime ait, intihabi; seçme yetkisi olan; seçilen, seçim sonucu iş başına getirilen; arzuya bağlı; i. seçimli ders.

elector

i. seçmen, seçme hakkı olan kimse; orta çağda Kutsal Roma Germen imparatorluğunda imparatoru seçme hakkına sahip prens.

electoral

s. seçim veya seçmenlerle ilgili. electoral college A.B.D. Cumhurbaşkanı seçmek için toplanan seçmenler kurulu.

electorate

i. oy verme hakkına sahip kimseler, seçmenler.

electric

s. elektrikle ilgili, elektrikli, elektriki, elektriksel; heyecan veya ürperme veren. electric blue çelik mavisi. electric chair elektrikli sandalye. electric eel Güney Amerika nehirlerine mahsus elektrik saçan bir çeşit iri yılan balığı, zool. Electrophorus electric eye. ışık değişikliğinde elektrik sinyal veren cihaz. electric guitar elektro gitar. electric light elektrik lâmbası. electric motor elektrik motoru .electric needle cerrahlıkta kesmek ve dağlamak için kullanılan yüksek frekanslı elektrikli iğne. electric organ sesleri elektronik tertibatla meydana gelen org. elektric ray uyuşturan balığı, torpil balığı, zool. Torpedo torpedo. electric shaver elektrikli tıraş makinası.

electrical

s. elektrikli, elektriğe ait, elektriksel. electrical engineer elektrik mühendisi. electrically z. elektrik kuvvetiyle.

electrician

i. elektrik tesisatçısı, elektrik teknisyeni.

electricity

i. elektrik; elektrik bahsi, elektrik bilimi static electricity statik elektrik.

electrification

i. elektrikleme, elektriklenme, elektrik uygulaması.

electrify

f. elektriklemek, elektrik kuvvetiyle işlemek üzere teçhiz etmek; heyecanlandırmak.

electrocardiogram

i., tıb. elektro kardiyogram.

electrochemistry

i. kim. yasal elektrik, elektroşimi.

electrocute

f. elektrikli sandalyede idam etmek; elektrik akımı vererek öldürmek. electrocu'tion i. elektrikle idam; elektrik çarpması sonucunda ölme.

electrode

i. elektrod .

electrodynamics

i. elektrodinamik .

electroengraving

i. elektrikli kalemle hakkâklık.

electrograph

i. elektrikle yazılmış yazı veya kayıt; bu kaydı yapan elektrik aracı; resim veya haritayı elektrikle nakleden araç.

electrolysis

i. elektroliz, elektrikle çözüm, galvanik kuvvetle elemanlara ayırma; elektrikli iğne ile kıl veya ben yakma.

electrolyte

i. elektrolit, elektrikle unsurlarına ayrılabilen madde.

electromagnet

i. elektrikli mıknatıs. electromagnet'ic s. elektromanyetik.

electromotive

s. elektrik akımının geçmesini sağlayan. electromotive force voltaj.

electron

i. elektron. electron microscope elektronla işleyen çok kuvvetli bir mikroskop.

electronegative

s. pozitif kutba çekilen; bileşimlerde hidrojenin yerini alabilen .

electronic

s. elektronik bilimine ait; elektronla işleyen.

electronics

i. elektronik bilimi.

electrophorus

(çoğ. -ri) i, fiz endüksiyon yoluyla elektrik toplamaya yarayan alet, elektroforus.

electroplate

f., i. elektroliz usulü ile kaplamak; i. bu şekilde kaplanmış şey.

electropositive

s. negatif kutba çekilen; alkalik.

electroscope

i. elektroskop.

electroshock

i., psik. beyinden elektrik akımı geçirilerek uygulanan tedavi.

electrostatics

i. statik elektrik bilimi. electrostatic s. statik elektriğe ait.

electrosurgery

i. cerrahlıkta elektrik kullanma.

electrotherapy

i. elektrikle tedavi usulü, elektro terapi.

electrotonus

i. elektrik akımı geçirildiğinde kas veya sinirde meydana gelen değişiklik.

electrotype

i., f., matb. elektrikle yapılmış klişe; f. bu şekilde klişe yapmak. electrotyping i. elektrikle klişe yapma; bu şekilde klişe ile basma.

electrovalence

i. atomdan atoma elektron verme ile meydana gelen bağlantı; verilen elektron sayısı.

electrum

i. eskiden bulunan doğal bir çeşit altın ve gümüş alaşımı.

electuary

i., ecza. elektuvar, ilâç olarak kullanılan bal ile yoğrulmuş bir çeşit macun.

eleemosynary

s., i. sadaka, iane veya hayır işlerine ait, sadaka olarak verilmiş; i. iane ile geçinen kimse .

elegance

i. zarafet, şıklık, incelik.

elegant

s. zarif, şık; nazik, ince, kibar; mükemmel, üstün. elegantly z. zarafetle, nezaketle.

elegiac

s., i. mersiyeye ait, mersiye tarzında, hüzünlü, matemli; i. mersiye; mersiye vezni.

elegize

f. mersiye yazmak; mersiye okuyarak hatırasını anmak.

elegy

i. mersiye, ağıt, mersiye vezniyle yazılan şiir; müz. hazin makam. elegist i. mersiye yazarı.

elektro-

(önek) elektriğe ait, elektrikle işleyen, elektrikle husule gelmiş.

element

i. öğe, eleman, unsur; cevher; cüz; esas; basit cisim; (hava, ateş, toprak, su gibi) dört ana unsurdan her biri; kim. element, öğe. the elements hava, açık hava; kötü hava şartları; temel esaslar. be in his element k.dili havasını bulmak. be out of one's element bir işin acemisi olmak, kendini yabancı hissetmek.

elemental

s. esasa ait, esas, ana, temel, başlıca; basit, ilkel; tabiat kuvvetleri ne ait; kim bileşik olmayan; saf, halis. elementally z. esasa ait olarak; saf bir şekilde.

elementary

s. basit, sade, öz; ilk, başlangıç, giriş. elementary education ilköğretim. elementary proposition man. asıl önerme. elementary school ilkokul; ilk ve ortaokul.

elemi

i. vernik yapımında kullanılan parlak bir reçine.

elenchus

i., man. son önermenin aksini ispatlayarak bir fikrin yanlışlığını ortaya koyan tasım; bilgicilik, safsata. sofizm elenctic s. aksini ispat ederek yanlışı ortaya koyan.

elephant

i. fil white elephant elde bulundurması güç olan ender rastlanır kıymetli mal; külfetli mal, bir işe yaramadığı halde başa dert olan şey. elephant apple fil elması, bot. Feronia elephantum.

elephantiasis

i., tıb. fil hastalığı.

elephantine

s. fil gibi; çok büyük, iri, çok ağır.

eleusinian

s. (eski) Yunanistan'da Elevsis'e ait. Eleusinian mysteries Elevsis'te icra olunan dini ayinler.

eleutherian

s. özgürlük bahşeden.

elevate

f. yükseltmek, yüceltmek, kaldırmak; terfi ettirmek; bir üst makama atamak; ihya etmek, moralini yükseltmek. elevated i., elevated railway A.B.D. yol üstünde uzayan bir köprü üzerinden geçen demiryolu.

elevation

i. yükseltme, yüceltme, kaldırma; yükseliş; yüksek yer, tepe, bayır; yükseklik, deniz seviyesine oranla yükseklik; binanın irtifaen suret ve şekli, dikey resim.

elevator

i., A.B.D. asansör; yükselten veya kaldıran araç; bir uzvu kaldıran adale; A.B.D. tahıl ambarı; tahılı üst katlara nakleden makine; hav. irtifa dümeni. elevator controls goşisman kumandaları.

eleven

s., i. on bir; i. on bir rakamı (11, Xl); oyunda on bir kişilik takım. elevenses i. ing, k.dili sabah (saat 11.00'de) hafif yemek. eleventh s on birinci, on birde bir. eleventh hour son dakika, karar değiştirmek için son fırsat.

elf

(çoğ. elves) i., mit. peri, cin, cüce; cin gibi akıllı ve yaramaz çocuk, yaramaz kimse; ufak tefek kimse. elf child cinler tarafından değiştirildiği farz olunan çocuk. elfish s. cin gibi, yaramaz.

elfin

s. peri veya cinlere ait; küçük, yaramaz, ele avuca sığmaz.

elias

bak. Elijah.

elicit

f. temin etmek, sağlamak (bilgi, cevap); aydınlığa çıkarmak.

elide

f. telaffuz ederken atlamak (harf veya hece); çıkarmak.

eligible

s. seçilmeye lâyık, uygun, münasip, muvafık, elverişli; evlilik için uygun. eligibil'ity i. seçilme niteliği, uygun oluş.

eliminate

f. çıkarmak, ihraç etmek, hariç tutmak, atmak, bertaraf etmek. elimina'tion i. çıkarma.

elip

(i)., (f). klips, evraklan birbirine tutturmak için kullanllan madeni tutturacak; tüfek şarjorü; (tıb). pens; (f). sıkıca tutmak, sarılmak. elipboard (i). üstünde yazı yazılan klipsli tahta. paper clip kâğıt raptiyesi, bağlaç, klips.

elipper

(i)., (çoğ). kırpma makası, saç kesme makinası; tek sürat teknesi; hava gemisi, kliper tipi uçak; süratle seyreden herhangi bir şey. nail elipper kıskaçlı tırnak makası. hair elippers saç kesme makinası.

elipping

(i). kesme, kırpma, kırkma; (ABD). gazete küpürü.

elision

i. çıkarma, şiirde özellikle kelime sonlarındaki harf veya hecenin okunmaması.

elite

i., s. belirli bir sosyal sınıfın en seçkin kısmı, seçkin kimseler, seçkin sınıf: s. seçkin; ufak boy (on punto) harfleri olan.

elixir

i., ecza. terkipli ecza, öz, hulasa; alk. iksir, hayatı ebedîleştirdiği farz olunan madde. elixir of life abıhayat, hayat iksiri, bengisu.

elizabethan

s., i. İngiltere kraliçesi 1. Elizabeth'e veya devrine ait; devirde İngiltere'de yasayan kimse.

eljah

i. İ.O. IX. yüzyılda bir İbranî peygamberi olan ilyas peygamber.

elk

i. iri boynuzlu bir geyik, zool. Alces alces.

ell

i. endaze, arşın.

ell , el

i. L'' harfi; L harfi seklinde her hangi bir şey; bir binada L'' şeklini meydana getiren ilave.

ellipse

i. elips; astr. bir gezegenin dönencesi.

ellipsis

(çoğ. -ses) i., gram. bir cümlenin anlamı bozulmaksızın öğelerinden birinin atılması; matb. çıkanlan kelimelerin yerini gosteren nokta veya işaretler.

ellipsoid

i., s., geom. elipsoit. ellipsoidal s. elipsoit gibi oval şekli olan, elipsoidal.

elliptical

s. beyzi, oval, eliptik; kısa, kısaltılmış, bazı kelimeleri çıkarılmıs (yazı, konusma). elliptically z. beyzi olarak, eliptik şekilde. elliptic'ity i. elips şeklinde oluş.

elm

i. karaağaç, bot. Ulmus.

elocution

i. söz söyleme sanatı veya yeteneği, hitabet, güzel ve etkili söz söyleme veya yazma, belagat. elocutionist i. belâgat sahibi kimse, hatip.

elongate

f., s. uzatmak, sürdürmek; s. uzamış; uzatılmış. elonga'tion i. uzatma, sürdürme; uzama, devam.

elope

f. evlenmek için evden kaçmak, aşığıyla kaçmak; iş veya vazifeden kaçmak. elopement i. bu suretle kaçma.

eloq

(f)., (-ged, -ging) tıkamak, tıkanmak; köstek vurmak; engel olmak, mani olmak; sıkmak; engellenmek, mani olunmak; pıhtılaşmak.

eloquence

i. etkili ve güzel söz söyleme sanatı, belagat, fesahat. eloquent s. hitabet yeteneğine sahip, açık ve düzgün (ifade); dokunaklı. eloquently z. belagatla.

else

s., z. başka, daha; z. başka yer başka zaman, başka türlü: yahut, yoksa. How else can he do it? Bunu başka nasıl yapabilir? It was somebody else Baska birisi idi. Hurry or else you will be late Acele et, yoksa gecikeceksin. Who else is going ? Başka kim gidiyor? Daha kim gidiyor? It's not mine, it's somebody elses. Benim değil başkasınındır.

elsewhere

z. başka yere, başka yerde.

elucidate

f. açıklamak, izah etmek, tarif ve beyan etmek; bir konuyu aydınlatmak, açmak. elucida'tion i. açıklama, izah, tarif ve beyan.

elude

f. kaçamak yapmak, sakınmak, bertaraf etmek -dan paçayı kurtarmak, -dan sıyrılmak: gözünden kaçmak.

elul

i. Musevi takviminde Eylül ayı.

elusion

i. kaçıp kurtulma, sıyrılma, bertaraf etme, sakınma. elusive -sory (ilu' siv, -sori) s. ele geçmez, kolay bulunmaz; anlaşılması zor.

elutriate

f. yıkamak, paklamak, yıkayıp tasfiye etmek. elutria'tion i. yıkayıp tasfiye etme.

elves

çoğ., bak. elf.

elvish

s. peri veya cine ait, cin gibi.

elysian

s. cennete ait, cennet gibi. Elysian Fields cennet bahçeleri.

elysium

i., mit. cennet; güzel ve ferah yer.

em

i. M'' harfi; matb. katrat.

emaciate

f. çok zayıflatmak, bir deri bir kemik hale getirmek. emaciated s. (açlıktan veya hastalıktan) çok zayıflamış, sıska. emacia'tion i. anormal derecede zaylflatma, bir deri bir kemik hale gelme.

emanate

f. çıkmak, hâsıl olmak; yayılmak, fışkırmak. emana'tion i. çıkma, dışan akma; çıkan şey.

emancipate

f. özgür kılmak, azat etmek, serbest bırakmak; huk. aile hakimiyetinden kurtarmak. emancipa'tion i. azat etme, özgür kılma, serbest bırakma; aile hakimiyetinden kurtarma. emancipa'tionist i. koleleri azat etme taraftan. eman'cipator i. azat eden veya özgür kılan kimse.

emarginate , emarginated

s., bot. kenarı veya tepesi çentikli, dişli (yaprak).

emasculate

f., s. hadım etmek, enemek, burmak; kuvvetten düşürmek; (bazı kısımları çıkarmak veya sansür etme yoluyla) edebi bir yazıyı hafifletmek; s. kuvvetten kesilmiş; efemine, erkekliği olmayan. emascula'tion i. hadım etme veya edilme; kuvvetten düşürme, kuvveti kesilme.

embalm

f. tahnitetmek, mumyalamak; hatırında tutmak, anmak; (şiir) rayiha vermek, koku vermek. embalmer i. tahnit eden, mumyalayan kimse. embalmment i. tahnit, mumyalama.

embank

f. etrafına veya yanına toprak set yapmak embankment i. set yapma; toprak set.

embargo

i. (çoğ. -goes) f. ambargo; ticareti sınırlama; yasaklama, men etme; f. ambargo koymak, müsadere etmek.

embark

f. gemiye binmek veya bindirmek; sokmak sevketmek, girişmek, başlamak. embarka'tion i. gemiye binme veya bindirme.

embarrasdechoix

Fr. şıkların fazla oluşu. embarras desriches şaşırtıcı fazlalık.

embarrass

f. sıkmak, sıkıntı vermek, şaşırtmak, mahcup etmek, utandırmak; engellemek, mâni olmak; tic. paraca sıkıntı vermek, güçlük çıkarmak. embarrassingly z. mahcubane, sıkıntı vermek suretiyle. embarrassment i. sıkıntı, sıkılma, utanma, mahcubiyet.

embassy

i. sefarethane; sefaret, elçilik; sefir ve maiyeti, sefaret erkânı.

embattle

f. meydan savaşına hazırlamak; mazgal yapmak. embattled s. meydan savaşına hazır durumda; savaş halinde; güç durumda, sıkışmış.

embed

f. (-ded, -ding) içine koymak, gömmek.

embellish

f. süslemek, tezyin etmek, güzelleştirmek; (hikâyeye) aslında olmayan hayal ürünü şeyler ilave ederek ilgiyi artırmak. embellishment i. süsleme, güzelleştirme; süs.

ember

i. kor, koz; ,coğ. sönmekte olan ateş.

embezzle

f. (emanet para veya mülkü) zimmetine gecirmek. embezzlement i. zimmete geçirme. embezzler i. zimmetine para geçiren kimse., emarginated.

embitter

f. acılaştırmak; gücendirmek, acı hisler uyandırmak. embitterment i. acılaştırma; gücendirme darıltma.

emblaze

f. aydınlatmak; alevlendirmek, tutuşturmak.

emblazon

f. arma süsleri ile temsil etmek; süslemek tezyin etmek, tezyinatla göstermek; kutlamak, tesit etmek. emblazonment, emblazonry i. süsleme, tezyin etme; kutlama.

emblem

i., f. amblem simge, remiz, işaret, arma; temsili resim; f. amblemle temsil etmek.

emblematic

s. temsil eden, temsil edici sembolik.

emblements

i., çoğ., huk. ürün, mahsul; huk. araziden elde edilen ürün veya bu üründen elde edilen karın hakkı.

embody

f. cisimlendirmek, şekillendirmek, somutlaştırmak, belirtmek temsil etmek; bir butun halinde toplamak, düzenlemek, tertip etmek. embodiment i. cisim haline gelme, şekil alma; düzenleme.

embolden

f. cesaret vermek, teşvik etmek.

embolism

i., tıb. amboli kan pıhtısının bir kan damarı veya arterini tıkaması; takvimler arasında uygunluk sağlamak amacıyla sene, ay veya gün ilâvesi, ay ve güneş senelerinin uzlaştırılması. embolus i., tıb. damar tıkanmasına yol açan kan pıhtısı.

embonpoint

i., Fr. vucutça toplu oluş, dolgunluk, şişmanlık.

embosom

f. kucaklamak, bağrına basmak; beslemek, büyütmek, bakmak; sığındırmak, sarmak, muhafaza etmek.

emboss

f. kıymetli tezyinatla süslemek; kakmak, kabartmak; üzerine kabartma işi yapmak, kabartma işi ile süslemek. embossment i. kakma, kabartma .

embouchure

i. nehir ağzı, vadinin ovaya açılan ağzı, top ağzı; müz. nefesli sazlann ağızlığı; nefesli sazın ağıza yerleştirilme sekli.

embower , imbower

f. ağaçlık veya kameriye gibi gölgeli bir yere koymak, muhafaza etmek gizlemek, gölgelemek.

embrace

f., i. kucaklamak, bağrına basmak, sevmek; sarmak, içine almak, kapsamak, ihtiva etmek; benimsemek, kabul etmek, almak; i. kucaklama, sarılma, bağrına basma. embracement i. kabul etme, benimseme.

embrace

f., huk. mahkemeyi tesir altında bırakmaya çalışmak.

embracery

i., huk. hâkime, jüriye veya yeminli kimselere rüşvet vererek veya nüfuz kullanarak tesir etmeye çalışma. embracer i., huk. bu işi yapmaya çalışan kimse.

embranchment

i. dallanma, kollara ayrılma (nehir gibi); dal, kol.

embrangle

f. şaşırtmak, karıştırmak, dolaştırmak. embranglement i. şaşırtma; birbirine dolaşma, karışma.

embrasure

i. bir kapı veya pencerenin meyilli pervazı, ask. mazgal şevi.

embrocate

f., tıb. hasta bir uzvu ilâçlı bir sıvı veya yağla ovmak. embroca'tion i. bu çekilde ovma; bu işte kullanılan yağ.

embroider

f. üzerine nakış işlemek; süslemek; mübalâğaya kaçmak (hikâyede). embroidery i. nakış, işleme; süs embroidery frame kasnak.

embroil

f. karışıklık içine girmek; karmakarışık etmek, bozmak, karıştırmak; bozuşturmak, aralarını açmak. embroilment i. bozuşma, kavga, anlaşmazlık, karışıklık.

embryo

i. (çoğ. -os) s., biyol. embriyon, cenin, oğulcuk, bir organizmanın ilk oluşumu; başlangıç, iptida; s. ilkel, olgunlaşmamış. in embryo tasarı halinde, gelişmemiş halde. embryonic (embriyan'ik) s. embriyona ait; ilkel, gelişmemiş, olgunlaşmamış.

embryology

i., biyot. embriyoloji. embryologist i. embriyoloji bilgini.

emcee

i., k.dili teşrifatçı, protokol müdürü.

emend

f. düzeltmek, tashih etmek, ıslah etmek, üzerinde oynamak, değişiklik yapmak, tadil etmek. emen'date f. düzeltmek, tashih etmek (bir metni), değişiklik yapmak, tadil etmek. emenda'tion i. bir metni düzeltme, metin tashihi. emen'dator i. tashihçi, tadil eden kimse. emen'datory s. düzeltme kabilinden.

emerald

i., s. zümrüt, zümrüt yeşili; matb. altı ile yedi punto arasındaki ufak harfler; s. zümrüt gibi yeşil. Emerald Isle Irlanda.

emerge

f. çıkmak, zuhur etmek, meydana çıkmak, hâsıl olmak, doğmak. emergence i. çıkma, zuhur. emergent s. çıkan, zuhur eden. emergent evolution fels., biyol. evrim veya gelişme sürecinin bazı safhalarında önceden bilinmeyen yeni birtakım özelliklerin ortaya çıkması.

emergency

i. ani olarak ortaya çıkan güç durum, âcil ihtiyaç veya vaka; icap. emergency door, emergency exit tehlike zamanında kullanılan çıkış kapısı. emergency ration olağanüstü zamanlara mahsus yemek paketi. in case of emergency icabında, âcil bir durumda. state of emergency olağanustü tehlike hali; sıkı yönetim, örfi idare.

emeritus

s. memuriyet unvanını muhafaza eden emekli (profesor).

emersion

i., astr. tam veya yarım tutulmadan sonra bir gök cisminin yeniden görölmesi.

emery

i. zımpara emery board zımparalı tırnak törpüsü. emery cloth zımpara bezi. emery paper zımpara kâğıdı emery powder zımpara tozu. emery wheel zımpara çarkı.

emetic

s., i. küstürücü, istifrağ ettirici (ilâç)

emf, emf

kıs. electromotive force.

emigrant

i. göçmen, muhacir, bir yerden göç eden kimse.

emigrate

f. göçmek, hicret etmek. emigra'tion i. göç, hicret; göçmen topluluğu.

emigre

i. göçmen, muhacir, özellikle Rus veya Fransız ihtilâlinden kaçan kimse.

eminencecy

i. yüksek yer, tepe, doruk; yüksek mevki veya rütbe, itibar; b.h. Katolik kilisesinde Kardinal unvanı.

eminent

s. yüksek rutbe sahibi, seçkin, üstün, ünlü, mümtaz, güzide. eminent domain huk. kamulaştırma yetkisi, istimlâk hakkı. eminently z. ziyadesiyle, gayet, pek.

emir

i. reis, emir emirate (emir'it) i. bir emrin hüküm sürdüğü memleket, emirlik.

emissary

i. hükümet temsilcisi, özel bir görevle gönderilen memur, gizli ajan.

emission

i. dışarı verme, çıkarma, yayma, neşretme, ihraç; ihraç veya neşrolunan şey; radyo emisyon; tic. tahvilât çıkarma . nocturnal emission bel suyunun uykuda akması.

emit

f. (-ted, -ting) dışarı vermek, çıkarmak, ihraç etmek, fıskırtmak, atmak; yaymak, yayımlamak, neşretmek; ifade etmek, söylemek (fikir, düşünce). emissive s. yayan, neşreden. emitter i. çıkaran şey, fışkırtan şey; elek. emitor.

emmenagogue

i., tıb. kadınlarda âdetleri kolaylaştıran ilâç.

emmer

i. düşük kaliteli bir cins buğday, bot. Triticum dicoccum.

emmetropia

i., tıb. göz merceğinin normal oluşu.

emmy

i., A.B.D. bir televizyon ödülü.

emollient

s., i. yumuşatan, yumuşatıcı; i. deriyi yumuşatan merhem, acıyı yatıştıran ilâç.

emolument

i. aylık, ücret, bir hizmet karşılığında alınan para.

emote

f., k.dili fazla duygulu davranmak.

emotion

i. heyecan, duygu, his.

emotional

s. duygulu, hassas, hisli; heyecanlı, heyecan veren. emotionalism i. duygululuk, çabuk heyecana kapılma . emotionalist i. fazla heyecana kapılan kimse; heyecan uyandırmaya çalışan kimse. emotional'ity i. heyecana kapılma, duygun luk, duyarlık, hassasiyet. emo'tionalize f. duygusal yönünü uyandırmak. emo'tionally z. heyecanlı olarak, heyecanla; duygusal yönden.

emotive

s. heyecana ait, hissi emotively z. hissi olarak.

empale

bak. impale.

empanel

bak. impanel.

empathize

f. karşısındakinin duygularını anlayıp paylaşmak.

empathy

i., psik. bir başkasının duygularını anlayabilme

empennage

i. uçağın kuyruk kısmı.

emperor

i. imparator. emperor butterfly iri ve mor bir çesit kelebek, zool Apatura iris veya Asterocampa clyton. emperor goose Alaska kıyılarına mahsus bir çeşit renkli kaz, zool. Philacte canagica. emperor penguin Güney Buz Denizine mahsus penguenin en büyük çeşidi, zool. Aptenody tesfosteri.

emphasis

i. önem, ehemmiyet; şiddet, kuvvet; vurgu; üzerinde durulan nokta, önem verilen husus.

emphasize

f. üzerinde durmak, vurgulamak, önemini belirtmek, ısrarla söylemek.

emphaticical

s. üzerinde durulmuş, kuvvetle ifade olunmuş, etkili; önemli, dikkati çeken; vurgulu, kuvvetli ifa desi olan, kesinlikle hareket eden. emphatically z. üzerinde durarak, belirterek; kesin olarak, muhakkak.

emphysema

i., tıb. doku ve organlar arasında hava kalması, anfizem.

empire

i. imparatorluk; imparatorlukla idare sistemi; çok geniş topraklar üzerinde kurulan hâkimiyet.

empiric

i. bilginin tecrübe ile edinildiğine inanan kimse; şarlatan.

empirical

s. deneysel, tecrübi, tecrübeye dayanan. empirically z. deneysel olarak.

empiricism

i., fels. her türlü bilginin esasının tecrübeye dayandığını ileri süren felsefi görüş; şarlatanlık.

emplacement

i., ask. istihkâmda top yeri, topa mahsus platform; tabya; yerleşme, belirli bir yere koyma.

employ

f., i. kullanmak, bir hizmet veya işte kullanmak, istihdam etmek; meşgul etmek, iş vermek, görevlendirmek, memur etmek; sarfetmek, vermek (vakit, enerji); i. görev, hizmet, memuriyet. employable s. kullanılabilir, istihdam olunabilir. employer i. patron, işveren.

employee

i. memur, işçi, bir başkası hesabına ücret karşılığında çalışan kimse.

employment

i. iş verme, istihdam; işi olma; iş, görev, vazife, hizmet, memuriyet, meşguliyet. employment agency iş bulma bürosu, iş ve işçi bulma kurumu.

emporium

i. ticaret yeri, ticaret merkezi, dükkân, mağaza. empoverish bak. impoverish.

empower

f. yetki vermek, salâhiyet tanımak; izin vermek, müsaade etmek.

empress

i. imparatorice.

empressement

i., Fr. samimiyet, yakınlık gösterme.

empty

s., i. boş; yoksun, mahrum; k.dili aç; önemsiz, değersiz, anlamsız, yararsız, nafile, beyhude; verimsiz, meyvasız, semeresiz; bilgisiz, kof; i. boş olan herhangi bir sey. emptyhanded s. eli boş. emptyheaded s. boş kafalı, kuş beyinli. empty word sözlük anlamından çok gramer bakımından anlamı olan kelime. empty words boş laf. emptiness i. boşluk.

empty

f. boşaltmak, tahliye etmek; akıtmak, dökmek; boşalmak, dökülmek.

empurple

f. mor renge boyamak, morartmak.

empyema

i., tıb. göğüste ve özellikle akciğerin dış tarafında cerahat toplanması, ampiyem.

empyreal

s. semavi, göksel; yüce, ulu; ateşten yapılmıs, ateş gibi.

empyrean

i., s. mitolojiye göre ateşten olduğu farzedilen en yüksek gök tabakası; gökler, sema; s. semavi; ateşten yapılmış, ateş gibi.

emu , emeu

i. Avustralya'ya mahsus devekuşuna benzer iri bir kuş, zool. Dromi ceius.

emulate

f. rekabet etmek, geçmeye çalışmak; gıpta etmek, taklit etmek. emula'tion i. rekabet, benzemeye çalışma, gayret. em'ulator i. benzemeye gayret eden kimse.

emulous

s. birine benzemeye veya birini geçmeye gayret eden; rakip, gıpta eden.

emulsify

f. bir maddeden. emulsiyon yapmak.

emulsion

i. emülsiyon. emulsive s. emulsiyon hâsıl eden.

emunctory

i., s. bedenin ifrazatını dışarı atan uzuv; s. bu gibi fazlalıkları atan.

en

(sonek) kelimeleri sıfat, fiil, isim yapan ek.

en

i. N harfi; matb. basılan yazıların büyüklüğünü tayin için kullanılan ölçü, em ölçüsünün yarısı, yarım katrat.

en passant

Fr. geçerken, sırası gelmişken, akla gelmişken. take the pawn en passant (satranç) piyadeyi an pasan vurmak.

en-

(önek) e, içine (çok defa şiddet ifade eder).

enable

f. muktedir kılmak, kuvvet vermek; yetki vermek, salâhiyet tanımak; imkân vermek, mümkün kılmak, kolaylaştırmak.

enact

f. kanunlaştırmak; harekete geçirmek; karar vermek, hükmetmek; temsil etmek, canlandırmak, oynamak (rol). enactive s. yasama yetkisi olan, yapan, icra eden. enactment i. kanunlaştırma, kabul; kanun, kararname.

enamel

i. emay, mine; emay gibi şey; diş minesi; emay işi. enamelware i. emay işi.

enamel

f. (-led, -ling) minelemek, mine ile kaplamak; değişik renklerle süslemek; parlaklık vermek. enamelling i. mine işi.

enamor

f. âşık etmek, meftun etmek, büyülemek, teshir etmek, kendine bağlamak; k.dili aklını başından almak. enamored of someone birine âşık, tutkun, meftun.

enarthrosis

i., anat. enartros, oynak eklemlerin bir cinsi, mafsal.

enate

s. anne tarafından akraba, anne soyundan gelen.

enbloc

Fr. toptan, bir bütün halinde, hep birden

encaenia

i., çoğ. bir şehrin kuruluşu veya bir kilisenin takdisi hatırasına düzenlenen tören.

encage

f. kafese kapamak, kafese koymak.

encamp

f. ordugâh kurmak, kamp kurmak. encampment i. ordugâh, kamp, karargah.

encase

f. sandığa koymak, sandıklamak; kapamak, örtmek.

encaustic

s., i., güz. san. tahta veya çömlek üzerine yakmak suretiyle tezyinat yapılmış olan; i. sıcak balmumu ile resim yapma, ısı vasıtasıyla renkleri sabitleştirme; bu gibi işler, çini, fayans.

enceinte

s. gebe, hamile.

enceinte

i. istihkâm muhiti; çevresi surla kuşatılmış saha veya şehir.

encephalic

s., anat. beyne ait, dimaği. enceph'aloid s. beyin maddesine benzer.

encephalitis

i., tıb. beyin iltihabı, ansefalit.

encephalon

i. beyin, dimağ, ansefal.

enchain

f. zincir ile bağlamak, zincire vurmak; kendine bağlamak, meftun etmek.

enchant

f. büyülemek, teshir etmek, meftun etmek; kendinden geçirmek; k.dili aklını başından almak, çıldırtmak. enchanter i. büyüleyen kimse, büyücü. enchantress i. büyüleyen kadın, büyücü kadın. enchanting s. meftun edici, büyüleyici. enchantment i. sihir, büyü, meftun olma.

enchase

f. süslü çerçeve geçirmek, oturtmak, süslemek; kakma, kabartma veya oyma işiyle tezyin etmek.

enchilada

i. Meksika'da yapılan çok biberli bir börek.

enchiridion

i. el kitabı.

enchondroma

i., tıb. kıkırdaklı ur.

enchorial

s. yerli; halka ait.

encipher

f. şifre etmek, kapamak.

encircle

f. etrafını çevirmek, kuşatmak, sarmak, ihata etmek; etrafını dolaşmak, devretmek.

encirclement

i. kuşatma, ihata. policy of encirclement kuşatma politikası

encl.

kıs. enclosed, enclosure.

enclasp , inclasp

f. kucaklamak, sarmak.

enclave

i. yabancı topraklarla kuşatılmış bölge; bir memleket veya şehirde yabancı ırka mensup kimselere mahsus yerleşme bölgesi; özel bir amaçla ayrılmış bölge; tıb. organ veya dokunun içine sarılmış şey.

enclitic

i., s., gram. kendisinden önce gelen kelime ile birleşip bir kelime gibi okunan kelime, ekleme; s. mustenit. enclitically z. bitişik veya ekli olarak.

enclose , inclose

f. kapamak, hapsetmek, sarmak, kuşatmak, çevirmek; zarf içine koymak, ilişikte göndermek; ihtiva etmek.

enclosure,inclosure

i. kapama, kuşatma, çevirme; kapanma, çevrilme; kapanıp çevrilen şey, etrafı çit veya duvarla çevrili yer, zarf içine konulan şey, ilişikte gönderilen şey; mânia, çit.

encode

f. sifre etmek, kapamak.

encomiast

i. methiye yazan kimse, kaside yazarı.

encomium

i. methiye, kaside.

encompass

f. kuşatmak, etrafını sarmak, çevirmek; içine almak, ihtiva etmek . encompassment i. kuşatma, sarma, sarılma.

encore

(ünlem), i., f., Fr. Bir daha ! Tekrar ! Bravo !; i. bir şarkının tekrar edilmesi isteği; bis parçası, ankor; f. bir şarkının tekrar edilmesini istemek. He had an encore Tekrar sahneye çağrıldı.

encounter

f, i karşı karşıya gel mek; çarpışmak; karşılamak; rast gelmek; i. karşılaşma, rast gelme, tesadüf; dövüş.

encourage

f. cesaret vermek, teşci etmek, teşvik etmek; himaye etmek. encouragement i. cesaret verme, teşvik etme, himaye etme.

encouraging

s. ümit verici, cesaret verici, teşvik edici. encouragingly z. cesaret verici bir surette, teşvik ederek.

encrimson

f. kırmızılaştırmak, kızıla boyamak.

encroach

f. tedricen veya gizlice tecavüz etmek (hak, toprak, mülk vb'ne), el uzatmak. encroachment i. tecavüz, geçme, aşma.

encrust , incrust

f. üstüne katıca bir kabuk çekmek, kabuk bağlamak, sert bir tabaka teskil etmek, kabuk tutmak.

encumber

, incumber f. engel olmak, mani olmak; yüklemek, zorunluluk veya sorumluluk altında bırakmak. encumbrance i. yük, engel, mâni; çocuk, bakımından sorumlu olunan kişi; huk. borç, ipotek . without encumbrances çocuksuz; ipoteksiz, ilişiksiz. encumbrancer i., huk. bir başkasının mülkü üzerinde hakkı veya alacağı olan kimse.

encyclical

s., i. tamim edilmiş; i. genelge, tamim, özellikle Papanın Katolik piskoposlara gönderdiği tamim.

encyclopedia , paedia

i. ansiklopedi. encyclopedic s. ansiklopedik.

encyclopedist

i. ansiklopediyi yazan veya derleyen veya bu işe katılan kimse; ansiklopedik bilgisi olan kimse. the Encyclopedists on sekizinci yüzyılın büyük Fransız Ansiklopedisini yazmış olan âlimler.

encyst

f. kese teşkil etmek, kese içine almak veya alınmak. encysted tumor kese içinde bulunan ur.

end

i. uç, son, nihayet, baş; akıbet, encam; gaye, amaç, niyet, maksat, meram; sonuç netice. end for end uçları ters çevrilmiş. end on den. baş başa, tam pruvada; tos vuruşu gibi baş başa. end to end s. sıra ile veya uç uca dizilmiş. at loose ends. boşlukta, gayesiz; işsiz, ortalıkta. at ones wit's end aklı başından gitmiş, şaşırıp kalmış. from beginning to end baştan sona. from end to end bir uçtan bir. uca go off the deep end k.dili kendini zor duruma sokmak, düşünmeden ileri atılmak; çok sinirlenmek, duygusal kontrolu kaybetmek; intihar etmek. in the end sonunda, nihayetinde. He is at the end of his tether çaresizlikten kıvranıyor. Bütün imkânlarını kullanmış. keep one's end up sorumluluğunu çok iyi bilmek; kendini gayet iyi savunmak. make an end of bitirmek, son vermek; mahvetmek, işini bitirmek, öldürmek. make both ends meet geçinebilmek, geliri giderine denk gelmek, ayağını yorganına göre uzatmak. no end sonsuz, pek çok. odds and ends ufak tefek şeyler. on end dik, dikine; mütemadiyen, üst üste put an end to son vermek to the end that gayesi ile. world without end ebediyen.

end

f. bitirmek, son vermek, nihayete erdirmek; sonuna gelmek; ortadan kaldırmak, imha etmek; öldürmek; bitmek, tamam olmak, nihayete ermek; ölmek. end up bitirmek, son vermek; sonunda olmak.

end product

istihsal edilen şeyler.

end table

A.B.D. küçük masa, sehpa.

endall

i. her şeyin sonu.

endamage

f. bozmak, zarar vermek, hasara uğratmak.

endanger

f. tehlikeye atmak.

endear

f. sevdirmek. endearment i. okşama, sevgi ifade eden söz veya hareket.

endeavor

f., i. yapmaya çalışmak; gayret etmek, çalışmak; i. emek, çaba, gayret.

endemic

s., i. bir bölge veya zümreye mahsus, mahalli, her zaman görülen; i. böyle bir hastalık. endemical s. mahalli, yerli, yöresel; tıb. bölgesel ve devamlı.

endermic

s., tıb. cilt içine işleyen, cilde surülen (ilâç).

ending

i. son, nihayet, hitam; uç, baş; gram. takı, sonek.

endive

i. hindiba, Frenk salatası, bot. Cichorium endivia.

endless

s. sonsuz, ölümsüz, ebedi; namütenahi, bitmez tükenmez, sonu olmayan endlessly z. durmadan, bitmek tükenmek bilmeksizin. endlessness i. sonsuzluk, devamlılık.

endlong

z. uzunluğuna; dik, dikine. end man (eski), A.B.D., tiyatro komedyen.

endmost

s. uçtaki, en uzaktaki.

endo-

(önek) içinde.

endocardium

i., anat. kalbin iç zarı, endokard. endocardial s. kalbin içinde; kalbin iç zarına ait.

endocarp

i., bot. meyvanın iç. dokusu, endokarp.

endocrine

s., fizyol iç ifrazata ait .endocrine glands iç salgı bezleri, iç ifrazat guddeleri.

endoderm

i., zool. iç deri, bağırsağın iç tabakası.

endogamy

i. yalnız kabile veya zümre içinde evlenme. endogamous s. kabile içinde evlenen.

endolymph

i., anat. endolenfa, iç kulakta bulunan bir sıvı.

endomorph

i., mad. bir cins maden billuru içindeki diğer bir cins maden billuru; fizyol. nispeten kısa boylu, iri yapılı ve adaleli kimse, endomorfik tipte kimse.

endoparasite

i., zool. bir hayvanın iç organlarında yaşayan asalak.

endoplasm

i., biyol. protoplazmanın yumuşak iç tabakası, iç plazma.

endorse, indorse

f. çek veya poliçenin arakasına imza etmek, ciro etmek, vesika arkasına bir şey yazmak; onaylamak, uygun bulmak. endorsee' i. poliçeyi hamil, poliçeyi elinde bulunduran kimse. endor'ser i. ciranta, bir senedi ciro eden kimse.

endorsement

i. vesika arkasına atılan imza, ciro; tasdik. endorsement in full tam ciro. blank endorsement açık ciro, beyaz ciro.

endoscope

i., tıb. endoskop, vucut içi boşluklarını aydınlatarak görülmesini sağlayan alet.

endoskeleton

i., anat., zool. iç iskelet .

endosmosis

bak. osmosis.

endosperm

i., bot. endosperm, besidoku.

endospore

i., bot. (spor) zarının iç tabakası; bakt. hücre içinde yetişen cinsiyetsiz spor; iç spor.

endothermic

s., kim. endotermik, ısı alan, hararet alıcı

endow

f., with ile irat bağlamak; bahşetmek, ihsan etmek, vakfetmek. endowed with malik, haiz. endowment i. Allah vergisi, doğuştan gelen özel kabiliyetler; bağış, teberru, vakıf, okul ve hastane gibi kurumların iane olarak toplanmış sermayesi. endowment insurance belirli bir sürenin bitiminde belirli bir meblâğın ödenmesini on gören sigorta.

endpapers

i., matb. kitaplar; baş ve sonlarındaki boş yapraklar.

endpiece

i. uçtaki parça, uç, baş.

endue , indue

f. giymek; giydirmek, teçhiz etmek; vermek, tevdi etmek.

endurance

i. tahammül, sabır, dayanma, kaldırma, tahammül gücü.

endure

f. dayanmak, tahammül etmek, çekmek, kaldırmak, katlanmak; devam etmek, sürmek. endurable s. katlanılabilir, dayanılabilir.

enduring

s. dayanıklı, sabırlı, tahammüllü; ebedi, devamlı.

endways , -wise

z. dik, dikine; ucu ileriye doğru; uzunluğuna.

enema

i., tıb. lavman, tenkıye, şırınga.

enemy

i., s. düşman, hasım (olan).

energetic

s. faal, enerjik, çalışkan, yorulmaz; kuvvetli, şiddetli. energetic measures şiddetli veya etkili tedbirler. energeti cally z. enerjik olarak.

energize

f. enerji, güç veya kudret vermek; kudret sarfetmek, harekete geçmek.

energumen

i. cinli, cin çarpmış kimse; herhangi bir şeye aşırı düşkünlüğü olan kimse.

energy

i. enerji, erke, güre; kudret, kuvvet; faaliyet, gayret. Devote your energies to this Gayretinizi buna hasrediniz .

enervate

f. zayıflatmak, gevşeklik vermek, kuvvet veya cesaretini kırmak, moralini bozmak. enerva'tion i. zayıflatma, kuvvetten düşürme, zayıflık. en'ervate(d) s. zayıflamış, gevşemiş, kuvvetten düşmüş.

enface

f. yüz tarafına yazmak veya basmak (poliçe, fatura).

enfamille

Fr. ailece, aile fertleri ile.

enfant terrible

Fr. yaramaz çocuk, soru veya sözleriyle büyükleri güç durumda bırakan çocuk.

enfeeble

f. zayıf düşürmek, dermansız bırakmak, mecalsiz bırakmak. enfeeblement i. zayıflatma, zayıflatılma.

enfeoff

f., huk. tımar veya zeamet vermek, tımar şeklinde vermek. enfeoffment i. zeamet verme, tımar veya zeamet fermanı.

enfetter

f. zincire vurmak .

enfilade

i., f., ask. bir siper veya asker saffı boyunca ateş; f. bu şekilde ateş etmek.

enfold , infold

f. katlamak, sarmak; kucaklamak, bağrına basmak.

enforce

f. mecbur etmek, icbar etmek; zorla almak veya yaptırmak; uygulamak, tatbik etmek, yerine getirmek, yürütmek; kuvvetlendirmek. enforceable s. uygulanabilir, tatbik edilebilir. enforcement i. uygulama, tatbik. law enforcement officer polis.

enfranchise

f. imtiyaz vermek, ayrıcalık tanımak; vatandaşlığa kabul etmek, oy kullanma hakkı tanımak; azat etmek, serbest bırakmak. enfranchisement i. vatandaşlık haklarının tanınması; azat etme, özgür kılma.

engage

f. işe almak, tutmak, angaje etmek; işgal etmek, yer tutmak; söz almak, vaat ettirmek; dövüşmek, birbirine girmek, çarpışmak; ilgisini çekmek; meşgul etmek; nişanlanmak; vaat etmek, söz vermek, bağlanmak, taahhüt etmek; mak. birbirine geçmek, birbirine geçirmek, birbirine tutturmak. engage in ile meşgul olmak.

engage

s., Fr. kendini adamış, ilgili.

engaged

s. meşgul, tutulmuş; nişanlı; dövüşmekte; birbirine geçmiş. engaged column mim. yarısı duvarda yarısı meydanda olan direk.

engagement

i. meşguliyet; nişanlanma; randevu; rehin; söz; vaat, taahhüt; çarpışma, dövüşme; belirli bir süre için ücretli iş; mülâkat; çoğ. borçlar. engagement ring nişan yüzüğü, alyans.

engaging

s. çekici, cazip, hoşa giden.

engarde

Fr. (eskrimde) kendini savunmaya hazır.

engarland

f. çelenkle süslemek, çelenk takmak.

engender

f. hâsıl etmek, vucuda getirmek, meydana çıkarmak; doğurmak, tevlit etmek.

engine

i. makina, cihaz, lokomotif: tertibat. engine driver ing. makinist. engine house itfaiye merkezi; lokomotif deposu. engine room makina dairesi, makina odası . fire engine itfaiye arabası, yangın tulumbası.

engineer

i., f. muhendis; makinist; den. çarkçı; f. mühendis sıfatıyla inşa etmek; idare etmek, yönetmek. chief engineer baş muhendis; den. çarkçı başı. civil engineer insaat mühendisi. electrical engineer elektrik mühendisi. mechanical engineer makina mühendisi. mining engineer maden mühendisi. electronical engineering elektronik mühendisliği. aeronautics engineering uçak mühendisliği. engineering i. mühendislik; makinistlik.

enginery

i. makinalar; savaş araçları.

engird , engirdle

f. kuşatmak, kemer gibi sarmak, ihata etmek.

england

i. ingiltere .

english

s., i. ingiliz, ingilizce; i. ingilizce; the ile ingiltere halkı, ingilizler; ingilizce tercüme; matb. ondört puntoluk harf; bilardo oyununda bilyeyi çok döndüren vuruş. English daisy ingiliz papatyası, bot. Bellis perennis. English sparrow serçe kuşu. English walnut ceviz. in plain English açık ingilizcesi, açıkçası. Middle English 1500 tarihinden evvelki ingilizce. Old English 1050 tarihinden evvelki ingilizce. the King's English temiz ingilizce. Modern English 1500 tarihinden sonraki ingilizce . Englishman i. ingiliz erkeği, ingiltereli erkek. Englishwoman i. ingiliz kadını.

engorge

f. tıkanmak, kan hucum etmek; oburca yemek, informal silip süpürmek, yutmak, tıka basa yemek. engorgement i. tıkanma, kan hücumu; oburca yeme, tıkınma .

engraft , ingraft

f. asılamak; dikmek.

engrail

f. kenarını tırtıl veya kabartmalarla süslemek.

engrain

f. boyayı iyice emdirmek; iliğine geçirmek; odun gibi görünmesini sağlamak.

engram

i., biyol. hücre protoplazmasındaki devamlı değişme hali.

engrave

f. hakketmek, kazmak, kalemle işlemek, kabartma işi yapmak. engraved on the mind hafızaya yer etmiş, zihne nakşolunmuş. engraver i. hakkak, oymacı.

engraving

i. oyma klişeden çıkarılan resim; hakkâklık, oymacılık; hakkâk işi.

engross

f. tutmak, zaptetmek, işgal etmek; iri yazı ile kopya etmek, (yazıyı) temize çekmek; tekel maksadıyla piyasayı tutmak, piyasada bulunan bir malı kapatmak. engross one's thoughts zihnini tamamen işgal etmek. engrosser i. piyasadaki malı kapatan veya istifeden kimse; yazıları temize çeken kimse. engrossing s. zihni tamamen meşgul eden, düşünmeye sevkeden. engrossment i. bir şeyle tamamen meşgul olma durumu; temize çekilmiş yazı; bir malı kapatma.

engulf , ingulf

f. içinde kaybolmak; yutmak, girdap içine çekip yutmak. engulfment i. bu suretle yutma veya yutulma.

enhance

f. (kıymet veya fiyatı) artırmak, ziyadeleştirmek, fazlalaştırmak, çoğaltmak. enhancement i. artma, çoğalma; artırma.

enharmonic

s., müz. ikilik notalardan daha küçük entervallere ait.

enigma

i. bilmece, muamma.

enigmatic

s.bilmece kabilinden, karışık, anlasıaz, saşırtıcı. enigmat'ically z. anlaşılması zor bir surette.

enjambment

i., (siir) bir cümle veya fikrin mısra sonunda bitmeyip birkaç mısrada devam etmesi.

enjoin

f., to ve herhangi bir mastar ile emretmek, tembih etmek; hareket tarzını tayin etmek. I enjoined him to leave Ona gitmesini emrettim. from ve bağfiil ile menetmek, yasaklamak. I enjoined him from leaving Onun gitmesini menettim. enjoinment i. emir, yasaklama.

enjoy

f. zevk almak, beğenmek, hoşlanmak, sevmek; kullanabilme yeteneğine sahip olmak. enjoy oneself zevk almak, keyfine bakmak, hoşça vakit geçirmek. enjoyable s. hoş, tatlı, zevkli, eğlenceli. enjoyably z. zevk alacak surette. enjoyment i. zevk, hoşlanma; bir şeyden zevk alabilme ve bu zevki kullanabilme yeteneği.

enkindle

f. tutuşturmak, alevlendirmek, yakmak.

enlace

f. sıkı sıkı sarmak, birbirine geçirmek, dolaştırmak.

enlarge

f. büyültmek, genişletmek, çoğaltmak; büyümek genişlemek; huk. muhleti uzatmak; serbest bırakmak; upon ile tafsilâta girişmek. enlargement i. büyültme; büyüme; foto. agrandisman. enlarger i., foto. fotoğrafları büyültmeye mahsus cihaz.

enlighten

f. ögretmek, bilgi vermek, içyüzünü anlatmak, aydınlatmak. enlightened s. bilgi edinmiş, aydın, münevver. enlightenment i. ilim, irfan, aydınlatma.

enlist

f. kaydetmek; askere almak; yardımını temin etmek; gönüllü olarak askere gitmek; bir işe atılmak. enlistment i. kaydetme, kaydedilme, gönüllü asker yazma veya yazılma.

enliven

f. canlandırmak, neşelendirmek, ferahlatmak.

enmasse

toptan, hepsi birden.

enmesh

f. ağa düşürmek, ağ gibi sarmak.

enmity

i. düşmanlık, husumet kötü niyet besleme.

ennead

i. dokuz taneden ibaret her hangi bir şey dokuz kişilik grup.

ennoble

f. yükseltmek, ulvileştirmek, asalet vermek.

ennous

Fr. söz aramızda.

ennui

i. can sıkıntısı.

enormity

i. alçaklık, habislik, iğrençlik, büyük kötülük.

enormous

s. çok iri, pek büyük, müthiş, aşırı. enormously z. aşırı derecede.

enosis

i. enosis.

enough

i., s., z., (ünlem) yeter miktar; s. kâfi, yetişir, elverir; z. kâfi derecede: (ünlem) Yeter! .enough and to spare yeter de artar bile. I have had enough of him. Artık ondan bıktım Burama kadar geldi. oddly enough işin tuhaf tarafı şu ki. sure enough gerçekten. This is good enough for me Bu bana yeter. I have had enough excuses Yeteri kadar mazeretlerine göz yumdum. Let well enough alone üzerine varma. Enough's enough Yeter artık1

enounce

f. resmen ilân etmek, beyan etmek, bildirmek; telaffuz etmek, söylemek.

enplane

f. uçağa binmek.

enquire

bak. inquire.

enrage

f. kızdırmak, öfkelendirmek.

enrapport

Fr. muvafık, uygun, mutabakat halinde, uyuşan.

enrapt

s. vecit halinde, kendinden geçmiş.

enrapture

f. kendinden geçirmek, vecit haline getirmek çok memnun etmek sevincinden çıldırtmak.

enravish

f. vecit haline getirmek, zevkten çıldırtmak.

enregister

f. deftere kaydetmek.

enregle

Fr. usule göre, sırasında, yolunda.

enrich

f. zenginleştirmek, zengin etmek; süslemek tezyin etmek; gübrelemek, toprağı daha bereketli hale getirmek: koyulaştırmak, lezzet vermek; besin değerini artırmak, kuvvetlendirmek. enrichment i. zenginleştirme, zenginleşme.

enrobe

f. giydirmek (elbise).

enroll

f. isim defterine kaydetmek, üyeliğe kabul etmek; sicile kaydetmek, kütüğe kaydetmek. enrollment i. kayıtlar; kaydedilenlerin sayısı; kaydetme.

enroot

f. kökleştirmek.

enroute

yolda, yolu üzerinde giderken.

ens

(çoğ. -entia) i., fels. soyut varlık kavramı, var olma.

ensanguine

f. kanla kaplamak veya lekelemek.

ensconce

f. yerleştirmek, yataklık etmek; yerleşmek, rahat bir şekilde oturmak.

ensemble

i. genel tesir, parçaların tümünün bir bütün teşkil edercesine bir arada algılanması; iki veya daha fazla parçadan ibaret kadın kostümü, takım, döpiyes; müz. bir müzik topluluğunun birlik, denge ve başarı derecesi; topluluk, orkestra, koro; piyesteki oyuncuların bütünü.

enshrine

f. mabede koymak; kutsal olarak kabul etmek.

enshroud

f. kefenlemek; örtmek, gizlemek.

ensiform

s. bot. kılıç şeklinde kılıçsı (yaprak).

ensign

i. bayrak sancak, bandıra, alem; alâmet, nisan. ensign bearer alemdar, bayraktar.

ensign

i., den. asteğmen.

ensilage

i. mısırı saplarıyla hayvan yemi olarak kesip siloya doldurma; siloda saklanan bu çeşit yem.

enslave

f. köle yapmak, esir etmek. enslavement i. esir etme ve edilme, esaret, kölelik.

ensnare

f. tuzağa düşürmek.

ensoul , insoul

f. ruh vermek, canlandırmak; kalbinde saklamak.

ensphere

f. küre içine almak; küre şekli vermek.

ensue

f. birbirini takip etmek, ardından gelmek; sonuç olmak, çıkmak, meydana gelmek. the ensuing year ertesi sene. Silence ensued Onu sessizlik izledi.

ensure

f. sağlamak,temin etmek,garanti etmek, emniyete almak; sigorta etmek.

enswathe, inswathe

f. kundağa sarmak, sargılamak, sarmak.

entablature

i., mim. saçaklık, direk üstü tabanı, sütun pervaz.

entablement

i., mim. saçaklık, bak. entablature: dört köşeli temelin üzerindeki heykele destek olan taban.

entail

i., huk. ingiltere'de bir mülkün vâris tarafından ferağ veya satışını meneden miras usulu; miras yoluyla intikal eden ve satılması yasak olan gayri menkuller, meşruta.

entail

f. icap ettirmek; huk. belirli bir veraset usulüne göre vermek; meşruten vakfetmek. entailment i. icap ettirme; meşruten vakfetme; bu suretle vakfedilen mülk.

entangle

f. dolaştırmak, karmakarışık etmek; bir kimsenin başım derde sokmak, şaşırtmak. entanglement i. karışıklık, dolaşıklık; engel, mânia.

entelechy

i., fels. şekil veren neden veya kuvvetin gerçekleşmesi, entelekya; bireysel olgunluğa erişme.

entente

i., Fr. anlaşma, uyuşma, itilâf, antant.

enter

f. girmek, içine girmek; dahil olmak, nüfuz etmek; delmek; girişmek, başlamak; üye olmak, yazılmak, katılmak; sokmak, koymak; yazmak, kaydetmek, deftere yazmak; huk. usulen mahkeme huzuruna getirmek; tasarruf etmek üzere bir mülke girmek; gümrüğe mal beyannamesi vermek; telif hakkı almak için gereken malumatı vermek; sahneye çıkmak. enter into başlamak, girişmek; katılmak, iştirak etmek; ilgilenmek; (bütünün) bir unsuru olmak: tartışmak, görüşmek. enter into an agreement anlaşmaya varmak. enter on, enter upon başlamak, girişmek.

enteric

s. bağırsaklara ait. enteric fever bağırsak humması, tifo.

enteritis

i., tıb. bağırsak iltihabı, anterit.

entero-

(önek) bağırsak.

enterostomy

i., tıb. karın çeperinden bağırsağa doğru suni delik açma.

enterotomy

i., tıb. bağırsak ameliyatı.

enterprise

i. teşebbüs, yatırım, iş: uyanıklık, açıkgözlülük, girişkenlik; sonucu şüpheli olan önemli ve zor iş.

enterprising

s uyanık, açık goz, girişken, muteşebbis

entertain

f. eğlendirmek, avutmak, meşgul etmek; misafir etmek, ağırlamak, ikram etmek; misafir kabul etmek; hatırda tutmak; göz önünde bulundurmak. entertain a motion bir teklifi kabul edip kurula arzetmek (başkan). They entertain a great deal çok misafirleri gelir.

entertaining

s. eğlenceli, hoş. entertainingly z. eğlenceli bir surette.

entertainment

i. eğlence, toplantı; misafir etme, davet, ziyafet, ağırlama.

enthrall

f. büyülemek, teshir etmek; esir etmek, kendine bağlamak. enthrallment i. büyülenme; esirlik.

enthrone

f. tahta çıkartmak; kalbinde veya zihninde bir kimseye yuksek yervermek. enthronement i. tahta oturtma, tahta çıkma, cülus.

enthuse

f., A.B.D., k.dili şevk vermek, şevke gelmek; gayret vermek, gayrete gelmek.

enthusiasm

i. şevk, gayret, istek, heves; sanat aşkı; kuvvetli ilham. enthusiasy i. şevkli kimse, taşkın ve hararetli kimse; aşırı taraftar. enthusias'tic s. şevkli, hararetli, gayretli, hevesli. enthusias'tically z şevkle, gayretle.

enthymeme

i., man. kısaltılmış tasım, öncüllerden biri ifade edilmemiş tasım.

entice

f. ayartmak. enticement i. kandırma, baştan çıkarma, ayartma. enticing s. ayartan, baştan çıkaran.

entire

s., i. tam, tamam, bütün, parçalanmamış; iğdiş edilmemiş (hayvan); bot. tek parçadan ibaret, yekpare; kenarı dişli olmayan (yaprak); i. bütün.

entirely

z. büsbütün, tamamen.

entirety

i. tamamlık, mükemmellik, bütünlük; yekparelik; tüm, bütün. in its entirety bütünü ile, tamamen.

entitle

f. hak kazandırmak, yetki vermek, salâhiyet vermek; ünvan vermek, ad takmak.

entity

i. varoluş, varlık, mevcudiyet, vücut, şey, zat; fels. öz, kendilik, mahiyet.

entoderm

bak. endoderm.

entomb

f. mezara koymak, gömmek, defnetmek; mezar olmak. entombment i. mezara koyma. (önek)

entomo-

böceklerle ilgili.

entomology

i. zoolojinin böcekler ilmi. entomolog'ical s. böcekler ilmine ait. entomol'ogist i. böcekler bilgini.

entourage

i. maiyet, arkadaşlar; etraf, çevre, muhit.

entozoan

i. bağırsak kurdu.

entr'acte

i. perde arası, antrakt; müz. fasıl arası.

entrails

i. bağırsaklar, iç uzuvlar; iç, iç kıslmlar.

entrain

f. trene bindirmek veya binmek; arkadan çekmek.

entrance

f. vecit haline koymak, kendinden geçirmek; büyülemek, teshir etmek. entrancement i. vecit hali.

entrance

i. giriş, girme; giriş yeri, giriş kapısı, methal; giriş müsaadesi; giriş ücreti, duhuliye.

entrant

i. başlayan kimse,girenkimse, kaydolan kimse.

entrap

f. (-ped, -ping) tuzağa düşürmek, yakalamak: şaşırtmak. entrapment i. hile, tuzak.

entreat

f. yalvarmak, yakarmak, rica etmek, niyaz etmek. entreaty i. rica, niyaz, dilek, temenni.

entree

i. giriş, giriş müsaadesi, giriş hakkı; esas yemek; ziyafetlerde balık ile et arasında verilen yemek.

entremets

i. sıcak veya soğuk tatlı, garnitur, esas yemeğin yanında veya arasında verilen ek yiyecekler.

entrench , intrench

f. hendek veya siper kazmak; sağlamlaştırmak, yerleştirmek, emniyete almak. entrench on tecavüz etmek, bir başkasının hakkını çiğnemek. entrenched s. sabit, kolay degişmez.

entrepot

i. ambar, antrepo.

entrepreneur

i. işadamı, müessese sahibi; müteşebbis kimse.

entresol

i., mim. zemin katı ile birinci kat arasındaki kat, asma kat.

entropy

i., fiz. termodinamik bir sistemde elde edilemeyen enerji miktarı; her hangi bir sistemin evrenle birlikte düzensizlik ve tesirsizliğe doğru olan eğilimi.

entrust , intrust

f. emniyet etmek, emanet etmek; tevdi etmek, havale etmek.

entry

i. giriş, girilecek yer, antre, methal; girme, giriş; kayıt; huk. tasarruf, tesellüm, sahip olarak mülke girme; geminin manifestosunu verip gümrüğe giriş kaydı yaptırma . entryway i. methal, girilecek yer. double entry çifte kayıt usulu.

entwine , intwine

f. etrafım sarmak, örmek, tırmanmak (sarmaşık), bükmek, dolaştırmak.

entwist , intwist

f. sarmak, dolaştırmak, bükmek, örmek.

enucleate

f. nüvesini çıkarmak; içini kesmeden çıkarmak (ur); aydınlatmak, izah etmek. enuclea'tion i. nüvesini alma; izah, aydınlatma, aydınlanma.

enumerate

f. saymak, birer birer saymak veya söylemek. enumera'tion i. sayma, sayım; ayrıntılı liste, katalog. enu'merative s. birer birer sayan veya söyleyen, sayıma ait.

enunciate

f. telaffuz etmek; ilân etmek, bildirmek, beyan etmek. enunciate well kelimeleri açık olarak telaffuz etmek. enuncia'tion i. telaffuz; ilân, ihbar, tasrih.

enure

bak. inure.

enuresis

i., tıb. istemeyerek idrar kaçırma (özellikle uyurken).

envelop

f. sarmak; kuşatmak,örtmek. envelopment i. sarma; örtme; ask. kuşatma.

envelope

i. zarf, mektup zarfı; biyol. zar, torba; bot. örtü

envenom

f. zehirlemek, zehir katmak; acılık vermek; kin aşılamak, bozmak.

enviable

s. gıpta edilen, istenilen, güzel, iyi, başarılı. enviably z. gıpta edilecek kadar.

envious

s. kıskanç, hasut, günücü, gıpta eden. enviously z. gıpta ile. enviousness i. haset, kıskançlık.

environ

f. etrafını çevirmek, kuşatmak, ihata etmek, içine almak, şamil olmak. environment i. çevre, muhit, etraf, içinde bulunulan şartlar. environmen'tal s. çevresel, etrafındaki.

environs

i., çoğ. dolay, civar, havali, etraf.

envisage

f. tasavvur etmek, tahayyul etmek; zihninde canlandırmak, planlamak.

envision

f. tahayyül etmek, planlamak.

envoy

i. elçi, sefir, murahhas, özel görevi olan memur; düzyazı veya şiirde yazar veya şairin özellikle ithaf şeklindeki son sözü. envoy extraordinary and minister plenipotentiary fevkalade murahhas ve ortaelçi, büyükelçiden bir alt derecedeki diplomat.

envy

f. gıpta etmek, haset etmek, kıskanmak.

envy

i. gıpta, imrenme; kıskançlık, haset; gıpta edilen kimse veya şey. be green with envy aşırı derecede kıskanmak.

enwind

f. (wound) dolaşmak, a sarılmak.

enzootic

s. belirli bir bölgede görülen (hayvan hastalığı).

enzyme

i., biyokim. organizmada kimyasal reaksiyonları hızlandıran madde, enzim, ferment.

eocene

s., jeol. eosen, üçüncü zaman arazisinin en eski tabakası, tersiyen tabakalarının eskisi.

eohippus

i., paleont. eosen tabakasında fosil halinde bulunan bir çeşit küçük ilkel at.

eolian , eolic

bak. Aeolian.

eolith

i., ark. eolitik kültüre mahsus bir çeşit taş araç.

eolithic

s. taş devrinin en eski zamanlarına ait, eolitik.

eon

i. çok uzun müddet.

eonsubstantiation

(i). Aşai Rabbani ayininde Hazreti isa'nın ekmek ve şarapla birlikte var olması doktrini.

eozoic

s., jeol. üzerinde hayvan izleri bulunan en eski yer tabakasına ait.

epact

i. güneş ve ay yılları arasındaki gün farkı (genellikle on veya on bir gün); yeni doğan aydan itibaren geçen günlerin yılın ilk gününe eklenen sayısı.

eparch

i. eski Yunanistan'da vali; Rum Ortodoks kilisesinde piskopos. eparchy i. eski ve bugünkü Yunanistan'da vilâyet; Rum Ortodoks kilisesinde piskoposluk bölgesi.

epaulet

i. apolet.

epee

i. eskrimde kullanılan kılıç meç.

epenthesis

i., gram. ses türemesi.

epergne

i. sofra ortasına konulan tabak veya kase.

epexegesis

i. izahlı ilave.

epha(h)

i. otuz yedi litrelik eski İbranî tahıl ölçü birimi, efa.

ephebus , -bos

(çoğ. -bi) i eski Yunanistan'da reşit olarak tam vatandaşlık haklarını elde eden genç. ephebic s. bu gençlere ait; bir canlının olgunluk dönemine ait.

ephedrin

i., ecza. efedrin.

ephemera

i., zool. kısa ömürlü böcekler sınıfı, efemeridler; kısa ömürlü herhangi bir şey.

ephemeral

s. bir gün devam eden; ömrü kısa olan, geçici, devam etmeyen. ephemerid i., zool. bir çeşit kısa ömürlü sinek, su sineği.

ephemeris

i., astr. senenin her gününde güneş ve birkaç yıldızın mevkiini tayin eden astronomik takvim.

ephesus

i. Efes, şimdiki Selçuk.

ephod

i. eski İbrani rahiplerinin ayinlerde giydikleri kıyafet, efod.

ephor

(çoğ. -ors, Lat. -ori) i. eski Isparta'da beş kişiden kurulu hükümet üyesi; bügünkü Yunanistan'da bayındırlık müfettişi.

epi-

(önek) üstünde, üstüne, yakınında, -de, önce, evvel, sonra, takiben.

epiblast

i., biyol. dışderi.

epic

(s.), (i.) destansı, hamasi, menkıbevi; (i.) destan; bu tür konulu roman veya oyun.

epicardium

(i.), (tıb.) epikardiyum.

epicedium

(i.) (çoğ. -di.a) mersiye, ağıt.

epicene

(s.) her iki cinse ait, her iki cinsin özelliğini taşıyan; (gram.) eril ve dişil şekilleri bir olan (kelime); ne biri ne öteki;cinsiyetsiz; kadınımsı (erkek)

epicenter

(i.), (jeol.) deprem merkezinin üstündeki yer

epicure

(i.) ince zevk sahibi kimse (bilhassa yemek, müzik, sanat v.b.'nde).

epicurean

(i.), (s.) Epikür felsefesi taraftarı, epikürcü; keyfine ve boğazına düşkün kimse; (s.) Epikür veya felsefesine ait; zevk ve safaya düşkün epicureanism (i.) epikürcülük.

epicycle

(i.), (mat.) merkezsel bir daire çevresi üzerinde devreden küçük daire.

epidemic

(s.), (i.) salgın, yaygın,genel; (i.) salgın hastalık.

epidemiology

(i.) salgın hastalıklardan bahseden ilim.

epidermis

(i.) hayvan derisininveya bitki kabuğunun dış zarı, beşere, üstderi epidermal, epidermic (s.) üstderiye ait epidermoid (s.) üstderiye ait veya benzer olan.

epifocal

(s.), (jeol.) deprem merkezi üstünde.

epigastric

(s.), (anat.) mide hizasındaki karın duvarlarına ait. epigastrium (i.) üstkarın, göbeğin üst kısmındaki karın duvarı.

epigene

(s.), (jeol.) yerkabuğunun yüzeyinde veya çok derin olmayan bir kısmında meydana gelen.

epiglottis

(i.), (anat.) epiglot, gırtlak kapağı epiglottal (s.) bu kapağa ait.

epigram

(i.) nükteli kısa şiir, hicviye; nükte, nükteli söz, vecize. epigrammat' ic (s.) nükteli, vecizeli epigram'matist (i.) nükteci, vecize yazan kimse.

epigraph

(i.) kitabe; bir kitap veya bahsin özünü belirtmek için başına konan kısa yazı. epigraph'ic (s.) kitabelere ait epigraphist (i.) kitabe okuma ilmi uzmanı. epigraphy (i.) kitabeler; kitabeleri okuma ilmi, epigrafi.

epilepsy

(i.), (tıb.) sara, tutarak, tutarık, yilbik, peri hastalığı. epileptic (i.) saralı kimse; (s.) saraya ait.

epilogue

(i.) sonsöz, hatime, son; nutkun son kısmı; tiyatro oyun sonuna ilâveedilen kısa söylev veya şiir.

epiphany

(i.) görünüş, tezahür, bir tanrının tecelli etmesi; (b.h.) Mecusilerin Hazreti İsa'yı görmek için Bethlehem'e gelmelerini kutlayan ve Ocak ayının 6'sına tesadüf eden yortu; Ortodoks kilisesinde İsa'nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılma yortusu.

epiphenomenon

(i.) (çoğ,-na) sonuç yaratmada başlı başına bir etkisi olmayan ve başka olayların yanında yer alan ikinci dereceden bir olay; (tıb.) yan tesir.

epiphysis

(i.), (anat.) kemikucu.

epiphyte

(i.), (bot.) asalak olmadığı halde başka bir bitkinin üstünde büyüyen bitki, üsbitken bitki. epiphytic (epıfit'ik) (s.) bu bitkilere ait.

episcopacy

(i.) kiliseyi piskoposlar vasıtasıyla idare usulü; piskoposluk; piskoposlar.

episcopal

(s.) piskoposlara ait; piskoposlar tarafından idare olunan.

episcopalian

(s.) piskoposlara ait piskopos idaresi usulüne ait episcopalianism (i.) piskoposlarla idare usulü.

episcopate

(i.) piskoposluk; piskoposlar sınıfı; piskoposluk süresi.

episode

(i.) olay, hadise, vaka; eski Yunan tiyatrosunda bir perde; (roman, piyes,hikaye) bölüm, parça; tefrika; (müz.) kısım.

episodic

(s.) ayrı ayrı olaylardan meydana gelmiş.

epispastic

(s.), (i.), (tıb.) kabarcık hası1 eden; (i.) yakı.

epistaxis

(i.), (tıb.) burun kanaması

epistemology

(i.), (fels.) epistemoloji, bilgi kuramı, bilginin esas ve sınırlarından bahseden bilim dalı.

epistle

(i.) mektup, name, risale; Yeni Ahit'te bir Resulün yazdığı mektup.

epistolary

(s.) mektup kabilinden, mektup tarzında; mektuplardan meydana gelmiş (roman); mektubun içinde geçen; mektuplaşma ile yürütülen.

epistyle

(i.), (mim.) üst taban, baş taban, saçaklığın alt kısmı ve sütun başlığı üzerine dayanan taban.

episyllogism

(i.), (man.) astasım.

epitaph

(i.) mezar kitabesi; bu tarzda yazılan manzum veya düz parça.

epithalamium

(i.) düğün kasidesi, düğün için yazılan şiir veya şarkı.

epithelium

(i.), (biyol.) epitelyum, mukozanın dış tabakası.

epithet

(i.) sıfat, lakap; hakaret veya hoşnutsuzluk belirten söz.

epitome

(i.) özet, öz; örnek, misal;sivrilmiş veya zirveye ulaşmış kişi. epitomist (i.) özet çıkaran veya hulasa eden kimse.

epitomize

(f.) özetlemek, hulasa etmek; temsil etmek, örnek teşkil etmek.

epizoon

(i.) (çoğ. -zo.a) (zool.) başka hayvanlar üzerinde yaşayan asalak hayvancık.

epizootic

(s.), (i.), (bayt.) salgın olan (hayvan hastalığı)

epluribusunum

(Lat.) birçok şeyden meydana gelen tek şey, Amerika Birleşik Devletlerinin resmi sloganı.

epoch

(i.) devir, çağ, çığır; tarih, zaman. mark an epoch yeni bir devir açmak. epochal (s.) yeni bir devre ait

epode

(i.), şiir eski Yunan şiirinde kısa bir beytin uzun bir beyti takip ettiği manzume şekli; lirik gazelin üçüncü kısmı.

eponym

(i.) ismi bir aile, kavim, şehir veya millete verilmiş olan kimse, bu kimsenin ismi.

eponymous

(s.) bir kavim v.b.'ne kendi ismini veren.

epopee

epopoeia (i.) destan şeklinde yazılmış şiir, epik şiir tarzı.

epos

(i.) destan, manzum hikaye.

epoxy

(i.), epoxy resin boya, tutkal,tamir işlerinde kullanılan dayanıklı bir plastik; iki ayrı maddenin bileşiminden meydana gelen ve karıştırıldığı zaman sertleşen dayanıklı bir tutkal.

epsilon

(i.) Yunan alfabesinin beşinci harfi (Türk alfabesinde (e) harfinin karşılığıdır).

epsomsalts

(ecza.) müshil olarak kullanılan magnezyum sulfat, İngiliz tuzu.

equable

(s.) düzgün, düzenli, muntazam; sakin, yerinde. equable climate ılıman iklim. equable style düzgün üslûp equable temper yumuşak huy. equabil'ity (i.) yumuşaklık, ılımlılık. equably (z.) tatlılıkla.

equal

(f.) (ed veya -Ied, -ing veya -ling)eşit olmak, bir olmak; eşdeğerde olmak,muadili olmak.

equal

(s.), (i.) eşit, müsavi, aynı bir; eşdeğerli, muadil; dengeli muvazeneli; ehil olan; to ile akran emsal, eş; yeterli; aynı miktarda.equal to the task işin ehli. The cities are equal in size. Şehirler aynı büyüklüktedir. equal sign eşit işareti (=).

equality

(i.) eşitlik müsavat; akranlık, aynılık.

equalize

(f.) eşitlemek, birbirineeşit hale getirmek equalizer (i.) eşitlik sağlayan araç veya kimse; argo tabanca.

equally

(z.) eşit olarak, müsavi olarak,aynı derecede.

equanimity

(i.) itidal, ılım,temkin, sükun, vakar. equa'nimous (s.) ılımlı,mutedil, sakin.

equate

(f) eşitlemek, müsavi kılmak,eşit olarak göstermek, eşit saymak, denklemek.

equation

(i.) denklem, muadele,eşitleme. equation of time zaman denklemi.algebraic equation cebirsel denklem. cubic equation (mat.) üçüncü derece denklem.differential equation (mat.) farklı denklem. quadratic equation (mat.) ikinci derece denklem. simple equation (mat.) birinci derece denklem. simultaneous equations (mat.) denklemler sistemi.

equator

(i.) ekvator.

equatorial

(s.), (i.) ekvator ile ilgili; ekvatoral; (i.), (astr.) iki eksen üzerinde dönen ve eksenlerinden biri dünyanın eksenine paralel olan teleskop.

equerry

(i.) mir-i ahur; ahır bakıcısı; İngiliz kral ailesinden birinin şahsi hizmetlerinde bulunan kimse.

equestrian

(s.), (i.) biniciliğe ait; atlı; şövalyelere ait; (i.) atlı. equestrian feats binicilik oyunları. equestrian statue atlı heykel. .

equi

önek eşit

equiangular

(s.) eş köşeli, eşit açılı

equidistant

(s.) eşit uzaklıkta,aynı mesafede olan.

equilateral

(i.), (s.) eş kenar; eşkenar şekil; (s.) eşkenar.

equilibrant

(i.) denge unsuru.

equilibrate

(f.) denge sağlamak, muvazene temin etmek, denkleştirmek; birbirine denk olmak, eşitolmak. equilibra'tion (i.) denge, muvazene.

equilibrist

(i.) akrobat, ip cambazı.

equilibrium

(i.) denge, muvazene; bak. balance.

equine

(s.), (i.) ata ait, ata benzer; (i.) at.

equinoctial

(s.), (i.) gece ile gündüzün eşit olduğu zamana ait, ekinoksa ait;ekvatora ait; (i.) ekvator üstünde güneşin geçtiği daire, göksel ekvator; ekinoks fırtınası.

equinox

(i.), astr. ekinoks, güntün eşitliği. autumnal equinox sonbahar noktası (21 Eylül'e rastlayan ekinoks). mean equinox ortalama ilkbahar noktası spring equinox, vernal equinox ilkbahar noktası (21 Mart'a rastlayan ekinoks).

equip

(f.) (-ped, -ping) teçhiz etmek, gerekli alet veya silâhları sağlamak, hazırlamak; donatmak, giydirmek. equipment (i.) teçhizat, levazım, donatım; kişisel bilgi veya kabiliyet.

equipage

(i.), (ask.) levazım; konak arabası (atlı).

equipoise

(i.) denge, muvazene;karşıt ağırlık, denge unsuru.

equipollent

(s.) kuvvetçe eşit müsavi; (mat.) eşdeğer, eş, muadil.

equiponderate

(f.) ağırlık yönünden eşitlemek; eşit olmak, denk gelmek.

equipotential

(s.) gücü bir olan; (elek.) aynı voltajda olan.

equiprobable

(s.) (ikisi) aynıderecede muhtemel olan.

equisetum

(i.) (çoğ. -tums, -ta) atkuyruğu, kırk kilit, (bot.) Equisetum.

equitable

(s.) tarafsız, bitaraf,adil, insaflı, haktanır; (huk.) adalet ve nısfete uygun; mahkemede müdafaası mümkün. quitableness (i.) insaf, adalet; tarafsızlık. equitably (z.) insafla, adaletle.

equitation

(i.) binicilik, atıcılık .

equity

(i.) adalet, insaf, hakkaniyet,denkserlik; (huk.) resmi kanunlara ilave edilen adalet üzerine kurulmuş kurullar ve evvelki emsal; (huk.) davalı ve davacı arasında eşitlik ve denkserlik namına verilen karar; (tic.) borç ve ipotekten sonra firma ve sahibinin hakkı.

equivalent

(s.), (i.) eşit, müsavi; muadil; (i.) muadil olan şey; eşit miktar. equivalence (i.) eşdeğerlik, denklik, eşitlik, muadil olma, tekabül, karşılama equivalently (z.) eşdeğer şeklinde, eşdeğer olarak, eşit olarak.

equivocal

(s.) kaçamaklı, şüphe kaldırır, iki anlama gelebilen; iki anlamlı,belirsiz, müphem, muğlak, kapalı equivocally (z.) şüphe kaldırır bir surette, müphem surette, kapalı olarak.

equivocate

(f.) iki anlama gelecek söz söylemek, müphem veya kaçamaklı dil kullanmak. equivoca'tion (i.) kaçamak, çift anlamlı sözle aldatma. equiv'ocator (i.) kaçamak ifade kullanan kimse. equiv'ocator'y (s.) kaçamaklı.

equivoque equivoke

(i.) çift anlam, belirsizlik, müphemiyet, kaçamak;müphem söz; kelime oyunu -er sonek -ci; -li; daha (baker, New Yorker,colder gibi).

era

(i.) tarih; devir; çağ Christian era milâdi tarih. Mohammedan era hicri tarih.

eradiate

(f.) saçmak, yaymak, neşretmek (ışın).

eradicate

(f.) kökünden söküp atmak, defetmek; mahvetmek yok etmek eradica'tion (i.) yok etme. erad'icator (i.) kökünden söken ve yok eden kimse veya şey.

erase

(f.) silmek, bozmak, kazımak; A.B.D., argo öldürmek. eraser (i.) lâstik, silgi. erasion (i.), (tıb.) hasta dokuları kazıma. erasure (i.) silme, bozma, silinen yerde kalan iz.

ere

(edat.), (bağ.), ,şiir evvel, önce: ere long yakında, çok geçmeden ere now bundan önce.

erect

(s.) dimdik, ayakta duran, dikili, ayağa kalkmış. erective (s.) kaldırıcı. erectly (z.) dikine, eğilmeyerek, (dik.) erectness (i.) dik duruş.

erect

(f.) kaldırmak, dikmek (sütun, direk), ikame etmek, inşa etmek yapmak; yükseltmek, dikmek (bina); tesis etmek, tertip etmek; (tıb.) bir uzvun dikleşmesini sağlamak; (geom.) belirli bir temel üzerine çizmek (dikey bir şeyi).

erectile

(s.) dikilebilir, dik durabilir; (biyol.) kanla sertleşebilir (doku).

erection

(i.) kaldırma; kalkma dikilme,penis dokusunun kan dolması ile sertleşmesi; bina, yapı, inşaat.

erector

(i.) kaldıran veya diken şey; anat bir uzvu kaldıran veya dik tutan kas.

eremite

(i.) münzevi, inzivaya çekilmiş kimse, keşiş. eremit'ic (-aI) (s.) inziva kabilinden

erethism

(i.), (tıb.) bir organın aşırı hassasiyeti veya aşırı uyarılabilme kabiliyeti.

erg

(i.), (fiz.) erg, enerji birimi.

ergo

(z.), (Lat.) bunun için, bundan dolayı,binaenaleyh.

ergot

(i.), (bot.) çavdar mahmuzu; (ecza.) ilâç yapımında kullanılan hastalıklı çavdar tanesi. ergotism (i.), (tıb.) mahmuzlu çavdar ekmeği yeme sonucunda meydana gelen hastalık.

erigeron

(i.) kanarya otu.

erin

(i.) İrlanda'nın eski ismi; bak. Eire.

eristic

(s.), (i.) ihtilâflı, münakaşa kaldırır; (i.) münakaşa etmeyi seven kimse; (fels.) didişimcilik.

eritrea

(i.) Eritre.

erivan

(i.) Erivan, Revan şehri.

ermine

(i.) as, kakım, (zool.) Mustela erminea; kakım kürkü; siyah benekli beyaz kürk; rütbe ve mevki itibariyle as kürküyle süslü manto giyen kimse (hükümdar ve hâkim gibi).

erne

(i.) deniz kartalı, (zool.) Haliaetus albicilla.

erode

(f.) kemirmek, yemek; (jeol.) aşındırmak.

eros

(i.), (mit.) Eros, aşk tanrısı.

erosion

(i.), (jeol.) erozyon, aşındırma,aşınma. erosive (s.) aşındırıcı.

erotic

(s.), (i.) cinsel aşkla ilgili; cinsel arzu uyandıran; erosal, şehvani; (i.) âşıkane şiir; şehevî kimse. erotica (i.) şehvet uyandıran resimler ve kitaplar. eroticism (i.) erosallık, şehvetperestlik.

erotomania

(i.), (psik.) aşırı şehvetperestlik, erosallık.

err

(f.) yanılmak.,hata etmek; günah işlemek. errancy (i.) hataya düşme; hata etme eğilimi.

errand

(i.) bir haber veya iş için bir yere gönderilme, bu gönderilmenin gayesi; iş. errand boy ayak işlerine koşulan çocuk, çırak . a fool's errand saçma bir şey, boşuna teşebbüs go on an errand, run an errand bir haber götürmek veya bir iş yapmak için bir yere gitmek . have several errands to do görülecek bazı işleri olmak . send on an errand bir haber veya işle bir yere göndermek.

errant

(s.) macera peşinde koşan, maceraperest, serseri; doğru yoldan ayrılan, dalâlete düşen. knight errant sergüzeşt arayan şövalye.

errantry

(i.) maceraperest şövalyelere has davranışlar.

errata

(bak.) erratum.

erratic

(s.) kararsız, sebatsız; düzensiz, intizamsız; seyyar; (jeol.) buzul veya akıntı gibi şeyler dolayısıyla asıl yerinden başka yere naklolunan taşa veya çakıl taşına ait. erratically (z.) sebatsızca, düzensiz olarak.

erratum

(i.) (coğ. - ta) tertip hatası, mürettip hatası, sehiv. errata list yanlış - doğru cetveli.

errhine

(i.),(s.), (tıb.) burna çekilip akmasını kolaylaştıran ilâç; (s.) burun akmasını kolaylaştıran.

erring

(s.) yoldan sapmış, dalâlete düşmüş, hata yapmış; günahkâr . erron (kıs.) erroneous, erroneously

erroneous

(s.) yanlış, hatalı erroneously (z.) yanlışlıkla.

error

(i.) yanlış, hata, galat yanlışlık; yanlış hareket; yanlış fikir; günah; (ölçülerde)elde edilen sonuçla gerçek ölçü arasındaki muhtemel fark; (huk.) muhakemede usul hatası; spor oyuncu hatası, faul. clerical error yazı hatası. commit an error hata yapmak, yanlışlık yapmak. in error yanlışlıkla, sehven. errorless (s.) hatasız.

ersatz

(s.), (i.) aslının yerine geçen taklit (madde); suni (şey).

erse

(i.),(s.) iskoçya yaylalarına mahsus dil; İrlanda dili; (s.) bu yaylalarda oturan İskoçyalılara veya dillerine ait; İrlanda'ya ait.

erst

(z.),(s.), eski ilk önce, evvelâ; eski veya şiir evvelce, eskiden; (s.), eski ilk, birinci. erstwhile (s.) sabık, eski.

erubescent

(s.) kırmızı, kızaran, kızarmış

eruct, eructate

(f.) geğirmek; fışkırtmak. eructa'tion (i.) geğirme.

erudite

(s.) âlim, geniş bilgi sahibi, allâme. eruditely (z.) âlimane, geniş bilgi sahibi olarak.

erudition

(i.) çok geniş ve çeşitli bilgi, okuma ve araştırma ile edinilen bilgi.

erupt

(f.) patlayıp çıkmak, patlamak, püskürmek, indifa etmek.

eruption

(i.) patlama, püskürme, indifa (yanardağ); diş çıkması; fırlayan şey; (tıb.) kızartı, kabarık.

eruptive

(s.) patlayan, indifa eden püsküren; kabarcıklar çıkaran. eruptively (z.) patlayarak, indifa ederek. -ery sonek -lik, -Iık (rockery, grocery gibi).

eryngo

(i.) deveelması, çakırdiken, (bot.) Eryngium.

erysipelas

(i.), (tıb.) yılancık. erysipel'atous (s.) yılancığa benzer.

erythema

(i.), (tıb.) eritem, vücudun bazı yerlerinde meydana gelen kızartı . erythemat' ic (s.) kızartı yapan.

erythrism

(i.) olağanüstü kızarma (hayvan tüyleri).

erythrite

(i.), (ecza.) eritrit; (mad.) doğal kırmızı kobalt sülfat. erythro - önek kırmızı

erythrocyte

(i.), (anat.) alyuvar, eritrosit.

escalade

(i.), (f.) merdiven dayayarak duvar aşma, müstahkem bir yere merdivenleçıkıp hücum etme; (f.) merdivenle çıkıp hücum etmek.

escalate

(f.) yükseltmek, yükselmek (fiyat, maaş); kızıştırmak, kızışmak (savaş,anlaşmazlık); artırmak, artmak. escala'tion (i.) artış, yükseliş, kızışma.

escalator

(i.) yürüyen merdiven. escalator clause (i.), A.B.D. hayat pahalılığına göre ücret artışlarını ayarlamak üzere toplu sözleşmelere konan madde.

escallop

(bak.) scallop.

escapade

(i.) yaramazlık, haylazlık; sergüzeşt, macera.

escape

(f.) kaçmak, firar etmek kurtulmak, paçayı kurtarmak; atlatmak; sızmak;-den çıkmak; gözünden kaçmak; hatırından çıkmak. His name had escaped me. ismi hatırımdan çıkmıştı.

escape

(i.), (s.) kaçış, kaçma, firar; kurtuluş; sızma sızıntı; bakımsız kalmış fidan; (s.) gerçeklerden uzaklaşmayı sağlayan, sorumluluğu azaltıcı. escape cock emniyet musluğu. escape pipe emniyet borusu, fazla su veya buharı çıkarmaya mahsus boru. escape shaft maden ocağından tehlike anında kaçılacak saft veya çıkış yeri . escape valve emniyet valfı. escape velocity uzay bir roketin yer çekimi kuvvetinden kurtulması için gerekli olan asgari hız. a narrow escape güç belâ kurtulma, (colloq.) paçayı kurtarma a hairbreadth escape kıl payı kurtulma fire escape yangın merdiveni.

escapement

(i.) saatin rakkasçarkının sekteli hareketini idare eden takım veya maşalı tertibat.

escapist

(i.) hayat yükünden kaçıp kafasını dinlemek isteyen kimse. escapism (i.) hayatın yükünden kaçmak için kendini başka işlere verme, hayal kurma.

escargot

(i.), (Fr.) bilhassa Fransa'da yenilen salyangoz.

escarole

(i.) hindiba, (bot.) Cichorium endivia

escarp

(i.), (f.), (ask.) hendeğin iç tarafı, sathı mail, eğik yüzey; (f.) sathı mail şekline koymak escarpment (i.) dik ve geniş olan herhangi bir şey; sıra halindeki dik kayaların yüzü; böyle meyillerle çevrelenmiş tahkimat. -escent sonek başlayan, azıcık (adolescent, phosphorescent gibi).

eschalot

(bak.) shallot.

eschar

(i.), (tıb.) yara kabuğu.

eschatology

(i.), (ilah.) eskatologya,ölümden sonraki hayata ait bahis dünya ve hayatın sonu bahsi eschatolog'ical (s.) böylebahis ve doktrinlere ait.

escheat

(i.),(huk.) mirasçısız ölen kimsenin emlâkinin devlete geçişi, bu şekilde intikal eden mülk, mahlul mülk. by way ofescheat mahlulen, mirasçısı olmayan bir kimseden hukumete kalarak.

escheat

(f.), (huk.) zor alımına çarptırmak müsadere etmek, zeamet sahibine vermek; devlete kalmak, mahlul olmak. escheator (i.) mahlul mallar memuru.

eschew

(f.) çekinmek, içtinap etmek; -den sakınmak, kaçınmak.

escort

(i.) koruma, kavalye; (ask.) muhafız takımı; himaye için refakat eden kimse; konvoy. under escort himaye altında. (Argoda) escort kız, genellikle seyahat eden iş adamlarına büyük şehirlerde para karşılığı eşlik eden kadın.

escort

(f.) korumak, himaye veya nezaket gayesiyle refakat etmek.

escritoire

(i.) yazı masası, yazıhane.

escrow

(i.), (huk.) belli şartlar karşılanıncaya kadar malın üçüncü bir şahsın kontrolü altında tutulması. Esculapian (bak.) Aesculapian.

esculent

(s.), (i.) yenilebilir; (i.) yiyecek, sebze.

escutcheon

(i.) armalı kalkan, arma; (den ) geminin isim tabelâsı; anahtar deliğinin etrafındaki süslü madeni çerçeve. a blot on his escutcheon şerefine sürülmüş leke.

ese

sonek -li, -e ait, -e mahsus, üslûbunda, tarzında, biçiminde: Cantonese Kanton şehrine ait, Kanton'lu, Kanton dili journalese gazete tarzında.

eskar

esker (i.), (jeol.) buzulların bıraktığı kum veya çakıldan ibaret yığın veya sırt halinde küme.

eskimo

(i.) Eskimo; Eskimo dili.

esophagus,oesophagus

(i.), (anat.) yemek borusu.

esoteric

(s.) belirli bir grup tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel,anlaşılması zor; gizli, saklı, mektum.

esp

(kıs.) extrasensory perception.

espalier

(i.), (bahç.) meyva ağacı dallarının yelpaze şeklinde büyümesi için tek yüzeyli kafes; böyle açılmış ağaç veya ağaç sırası.

esparto

(i.), esparto grass halfa otu, (bot.) Stipa tenacissima.

especial

(s.) özel, hususi; müstesna, mahsus, en ileri, baş. especially (z.) özellikle, hususiyle, bilhassa. (Bak.) special.

esperanto

(i.) Esperanto dili.

espial

(i.) keşfetme, merak, tecessüs; görme, keşif.

espionage

(i.) casusluk.

esplanade

(i.) meydan, deniz kenarında piyasa yapılan yer.

espousal

(i.) kabullenme, benimseme; evlenme, nikâh; nişanlama, nişanlanma.

espouse

(f.) kabullenmek, benimsemek;evlenmek .

espressivo

(z.), (it.), (müz.) dokunaklı, tesir edici bir şekilde.

espresso

(i.) Italyan usulü kahve, espreso kahve.

esprit

(i.) ruh, can, neşe. esprit decorps bir grup içindeki birlik duygusu.

espy

(f.) uzaktan görmek, gözüne ilişmek.

esquire

(i.) eski zamanlarda silâhtar; bey, efendi; şövalyelik adayı; isim ve soyadından sonra kısaltılarak yazılan ve bay anlamına gelen bir unvan: John Smith, Esq.

ess

(i.) S harfi; s şeklinde olan herhangi bir şey. -ess sonek dişilik eki: poetess (i.) kadın şair Iioness (i.) dişi aslan.

essay

(i.) teşebbüs, tecrübe, deneme; makale, deneme; örnek, numune, müsvedde essayist (i.) deneme yazarı.

essay

(f.) tecrübe etmek, denemek; teşebbüs etmek, kalkışmak.

essence

(i.) öz, cevher, asıl, öz varlık, nefis, hakikat; mahiyet, nitelik; varlık; ruh; esans, ıtır.

essene

(i.) milâttan biraz evvel ve sonra Filistin'de yaşayan bir Musevi tarikatı mensubu.

essential

(s.), (i.) temelli, köklü, asli, esaslı, gerçek, temel, hakiki; önemli, elzem; ruh veya ıtır türünden; (i.) gerekli olan şey, esas. essential character esas mahiyet, asıl sıfat. essential mineral bir kayadaki esas maden essential oil bitkilerden elde edilen uçucu yağ essentially (z.) esasen,esas itibarıyla, zaten, aslında. -est sonek bir veya iki heceli sıfatların enüstünluk derecesini belirten ek.

establish

(f.) kurmak, tesis etmek; saptamak, tespit etmek, tayin etmek; yerleştirmek; tanıtmak, kabul ettirmek; (kiliseyi) resmileştirmek. He has established himself in business Ticaret hayatına atıldı. established church hükümet tarafımdan resmen tanınmış olan kilise .

establishment

(i.) kurum, muessese mağaza, fabrika; belirli bir amaç ile teşkil edilen heyet; kanunen tesis; hukumetin kiliseyi resmen tanıması; tesisat; iş, evlilik veya hayatta güven verici bir durum. the Establishment (toplu olarak) ileri gelenler, slang kodamanlar.

estate

(i.) mal, mülk, arsa; ölümle bırakılan mal ve mülk; malikâne, konak; itibar, yüksek mertebe; sınıf, tabaka, mevki; durum, hal personal estate menkul mal. realestate mülk, gayri menkul mal. the fourthestate basın, gazetecilik the three estates asiller, ruhban sınıfı ve halk.

esteem

(f.), (i.) itibar etmek, saymak, kıymet vermek, hürmet etmek; takdir etmek; sanmak, zannetmek; (i.) itibar, hürmet, kıymet; kanı, zan.

ester

(i.), (kim.) ester, asitlerin alkollere etkisiyle elde edilen organik bileşik.

esthesiometer

(i.), (tıb.) duyumölçer.

esthete

(i.) estetik zevki olan kimse; güzel sanatlara düşkün kimse.

esthetic,- i.cal

(s.), (i.) estetik,bedii, güzellik ile ilgili. esthetics (i.) estetik ilmi.

esthonie

(i.) Estonya. Esthonian (s.), (i.) Estonya'ya özgü: (i.) Estonyalı: Estonya dili.

estimable

(s.) saygıdeğer, itibarlı, değerli, mümtaz, hürmete şayan; sayılabilir. estimably (z.) saygıdeğer bir şekilde, hürmeteşayan olarak.

estimate

(f), (i.) fikir edinmek , hukum vermek; takdir etmek, tahmin etmek, kestirmek: paha biçmek: hesap etmek: (i.) hesap, tahmin, takdir; rey; fikir; (ikt.) şirket veya devletin önceden yapılansenelik masraflar hesabı estima'tion (i.) hesap etme; hesap, rey, fikir, tahmin, görüş, takdir; itibar, hürmet.

estival

(s.) yaza ait; yazın çıkan.

estivate

(f.) yaz mevsimini geçirmek; (zool.) yazı uykuda geçirmek.

estivation

(i.), (zool.) birkaç çeşit salyangozda olduğu gibi yazın sıcak ve kuraklığından ileri gelen uyuşukluk; (bot.) çiçek tomurcuğunda petal ve sepallerin dizgisi.

estonia

(bak.) Esthonia.

estop

(f.) (-ped, -ping) huk, kendi eylemi vasıtasıyla hakkını iskât ve iptal etmek estoppage (i.) durdurma, kendi eylemi ile hakkını iptal etme.

estoppel

(i.), (huk.) evvelce yapılan bir işin veya verilen ifadenin sonradan ileri sürülen bir iddiayı savunmaya engel olması.

estovers

(i.), (çoğ.) (huk.) zaruri levazım.

estrange

(f.) yabancılaştırmak, uzaklaştırmak; gayesinden uzaklaştırmak; aralarını açmak, soğutmak. estranged (s.) ayrılmış, ayrı yaşayan. estrangement (i.) yabancılaşma, yabancılaştırma, kayıtsızlık, bozuşma.

estray

(i.),(huk.) başıboş kalmış evcil ayvan, sahipsiz hayvan.

estreat

(i.), (f.), (ing.), (huk.) asıl mahkemekaydının sureti; (f.) infaz için kayıtlardan çıkarmak; para cezası kesmek.

estrogen

(i.), (biyol.) estrojen, memelilerde dişilik hormonları.

estrus

(i.), (zool.) kızışma, kösnüme devresi (dişi hayvanlarda).

estuary

(i.) nehrin ağzındaki koy, nehrin denizle birleştiği geniş ve açık yer, haliç.

esurient

(s.) obur, açgözlü, tamahkâr.

eta

(i.) Yunan alfabesinin yedinci harfi, ita.

etc

(kıs.) et cetera (Lat.) vs, ve saire,vb, ve benzeri.

etch

(f.) asitle yakmak; madeni veya başka bir levhayı asitle yakarak resim kalıbı çıkarmak.

etching

(i.) azot asidi ile madeni levhayı aşındırmak suretiyle yapılan bir hak usulü; bu levha; bu levha ile basılmış resimveya yazı.

eternal

(s.), (i.) ebedi ve ezeli, başı ve sonu olmayan; daimi, baki, ölümsüz; (i.), (b.h.) ebedi varlık, Tanrı, Allah. the Eternal City Roma the eternal triangle evli bir çift ile bunlardan birinin sevgilisi. eternally (z.) ebediyen, daima.

eternity

(i.) edebiyet, ezel ve ebed, nihayetsizlik, sonsuzluk; ölümsüzlük; çok uzun bir zaman .

eternize

(f.) ebedi kılmak, sonsuzluğa kavuşturmak, ebediyen uzatmak; şöhretini ebedileştirmek.

etesian

(s.) devirli, senelik, senede bir olan veya meydana gelen, mevsime göre, etesian wind meltem, imbat .

etfluvium

(çoğ. via) (i). fena koku gibi hafif ve gözle görülmeden ortaya yayılan madde; çürüyen cisimlerden çıkan fena koku.

eth

sonek, eski, şiir fiil çekiminde üçüncü tekil şahıs: he knoweth bilir.

ether , aether

(i.), (kim.) eter, lokman ruhu; gökyüzü, esir.

ethereal

(s.) göklerle ilgili, havai, çok ince, ruh gibi; (kim.) eterik ethereally (z.) çok hafif olarak; narin bir şekilde.

ethereality

(i.) incelik, şeffaflık, havailik.

etherealize

(f.) ruh haline getirmek.

etherize

(f.) eter haline getirmek, eterle uyutmak etheriza'tion (i.) eterle uyutma, eterin verdiği uyku.

ethic

(s.), (i) ahlâka uygun, ahlâki; (i.) ahlâk ilmi, ahlak sistemi. ethics (i.) ahlâk ilmi, ahlakiyat. ethical (s.) ahlaki, ahlâka ait, seciyeye ait, törel. ethically (z.) ahlâk prensiplerine uygun olarak.

ethiopia

(i.) Habeşistan. Ethiopian (i.), (s.) Habeşistanlı, Habeş; (s.) Habeşistan'a ait. Ethiopic (s.), (i.) Habeşistan'a ait: (i.) Habeş dili.

ethmoid , ethmoidal

(s.), (anat.) burun içinde bulunan kalbura benzer bir kemiğe ait. ethmoid bone (anat.) etmoid, kalbur kemiği. ethmoidal cells (anat.) etmoid hücreleri.

ethnarch

(i.) kabile reisi, başkan, şef; vali.

ethnic , nical

(s.) etnik, ırka ait, ırksal; Hıristiyan ve Musevî olmayan. ethnically (z.) etnik olarak, ırk bakımından.

ethnocentrism

(i.) kendi ırkının üstünlüğüne inanış. ethnocentric (s.) kendi Irkının üstünlüğüne inanan.

ethnology

(i.) etnoloji, budunbilim. ethnoloq'ical (s.) etnolojik. ethnolosl'ically (z.) etnolojik olarak. ethnologist (i.) etnolog.

ethnoslraphy

(i.) etnografya, kavimler ilmi, budunbetim. ethnograph'ic (s.) etnografya ile ilgili. ethnoqraph'ically (z.)etnografya ile ilgili olarak.

ethos

(i.), (sosyol.) bir kavmin özellikleri; toplumsal bir kurumun özelliği.

ethyl

(i.), (kim.) etil: benzine konulan kurşunlu bir terkip. ethyl alcohol ispirto, saf ispirto.

ethylene

(i.) etilen, etilen gazı.

etiolate

(f.) ışıksızlıktan ağartmak veya ağarmak (bitki).

etiology

(i.) sebepler bilgisi, sebep tayin etme; (tıb.) hastalıkların sebeplerini arama ilmi; sebepler.

etiquette

(i.) görgü kuralları, adabımuaşeret, davranış bilgisi, topluluk töresi.

etna

(i.) ispirto ateşinde bir şey ısıtmaya mahsus kab. Mt Etna Etna yanardağı.

eton

(i.) ingiltere de bir kasaba ve bir özel okul. Etoncollar ceket yakası üzerine dönen geniş ve sert bir çeşit gömlek yakası. Eton jacket kısa kadın ceketi.

etruscan

(s.), (i.) eski italya da Etrurya ya ait; (i.) Etrurya'lı, Etrurya dili. ette sonek küçültme eki: kitchenette: dişil isim yapmak için: farmerette: taklit anlamında: leatherette.

etude

(i.), (müz.) etud.

etymology

(i.) (krs etym) etimoloji, kelimelerde asıl şekil; türeme, iştikak;türem, iştikak ilmi; kelime kökü bilgisi. etymolog'ical (s.) etimolojik istikaka ait etymolog'ically (z.) türeme ile ilgili olarak iştikaken etymol'ogist (i.) turem bilgini, iştikak âlimi etymol'ogize (f.) bir kelimenin aslınıaraştırmak veya vermek; iştikak ilmi üzerindeçalışmak.

etymon

(i.) (çoğ ing. -mons, Lat. -ma) kelimenin en eski şekli.

eu

önek iyi, faydalı, hoş.

euboea

(i.) Eğriboz adası.

eucalyptus

(i.) sıtma ağacı, okaliptüs, (bot.) Eucalyptus.

eucharis

(i.), (bot.) Güney Amerika'da yetişen bir zambak.

eucharist

(i.) Hıristiyan kilisesine mahsus Aşai Rabbani ayini, Komünyon, şarap ve ekmek yeme ayini; bu ayin için takdis edilen şarap ve ekmek. Eucharis'tic (s.) Aşai Rabbaniye ait; şükrana ait.

euchre

(i.), (f.) iki, üç veya dört kişiyle oynanan bir Amerikan iskambil oyunu, koz diyen oyuncunun uç el kağıt alamayışı; (f.) bu oyunda yenmek; hile yaparak yenmek.

euclid

(i.) Oklit, milattan 300 sene evvel yaşamış olan Yunanlı geometri bilgini Euclid'ean (s.) Oklit'e veya onun geometri sistemine ait.

eudaemonism

(i.), (fels.) saadeti en yüksek gaye bilen felsefe sistemi.

eudemonia

(i.) saadet, mutluluk.

eudiometer

(i.), (kim.) gazları tahlil ve ölçmek için kullanılan alet.

eugenic

(s.) insan ırkının soyaçekim yoluyla zihnen ve bedenen geliştirilmesine dair; gelecek nesillerin ıslahına ait; kalıtımla geçen iyi haslatlara sahip. eugenics (i.) insan ırkının soyaçekim yoluyla ıslahına çalışan bilim dalı.

euhemerism

(i.), (fels.) mitolojinin kişilerin ilahlaştırılmasından doğduğunu kabul eden kuram; mitlerin gerçek olay veya kişiler üzerine kurulduğunu ileri suren teori.

eulogize

(f.) övmek, methetmek, sena etmek, sitayişle bahsetmek. eulogist (i.) methiye yazan ve söyleyen kimse, kaside yazarı. eulogistic(al) (s.) öven, övücü, övme kabilinden. eulogistically (z.) överek, methederek.

eulogy

(i.) methiye, sena, sitayiş, kaside.

eumenides

(i.), (mit.) günahları cezalandıran üç tanrıça.

eunuch

(i.) hadım, harem ağası.

euonymus

(i.) iğ ağacı.

eupepsia

(i.), (tıb.) sindirim sisteminin iyi çalışması, iyi hazmetme. eupeptic (s.) kolay hazmettiren; kolay hazmedilir.

euphemism

(i.) kaba veya ağır bir söz yerine aynı anlamı veren daha hafif bir söz. euphemist (i.) bu tür hafif söz kullanan kimse. euphemis'tic (s.) hüsnütabir kabilinden. euphemis'tically (z.) hüsnütabirle.

euphonium

(i.), (müz.) tuba cinsinden nefesli bir çalgı.

euphony

(i.) tatlı ses; (dilb.) ses ahengi. euphon'ic (s.) kulağa hoş gelen, telaffuzu hoş, ahenkli ses veren. eupho'nious (s.) sesi ahenkli, sesi kulağa hoş gelen. eupho'niously (z.) ahenkli bir sesle. eu'phonize (f.) sesi tatlılaştırmak.

euphorbia

(i.) sütleğen, (bot.) Euphorbia .

euphoria

(i.), (psik.) öfori, kendini aşırı derecede zinde hissetme hali.

euphrasy

(i.) gözlük otu, (bot.) Euphrasia officinalis.

euphrates

(i.) Fırat nehri.

euphuism

(i.) dilde aşırı yapmacık, yazıda aşırı süslü üslup. euphuist (i.) yapmacık bir dille yazan veya konuşan kimse. euphuis'tic (s.) yapmacık bir dille yazılan veya söylenen.

eupola

(i). ufak kubbe; döküm ocağı.

eur

(kıs.) Europe, European. Euraquilo (bak.) Euroclydon.

eurasia

(i.) Avrasya. Eurasian (s.),(i.) Avrupa ile Asya'ya ait; (i.) bir Avrupalı ile bir Asyalının evlenmesinden doğan çocuk.

eureka

(ünlem.) Buldum ! Ieurhythmy (bak.) eurythmy.

euroclydon , euraquilo

(i.), (cogr.) Akdeniz'de esen kuvvetli kuzeydoğu rüzgarı, poyraz.

europe

(i.) Avrupa. Europe'an (i.),(s.) Avrupalı; (s.) Avrupa'ya mahsus. European plan otelde oda ve kahvaltı parasını beraber ödeme sistemi. European Economic Community Ortak Pazar.

eurus

(i.), Yu. (mit.) doğu veya güneydoğu rüzgârı tanrısı.

eurythmics

(i.) müzikteki ahenk ve ritmi vücut hareketleriyle ifade etme sanatı.

eurythmy

(i.) ritmik hareket veya düzen.

eustachian tube

(anat.) östaki borusu, ortakulakla yutak arasındaki boru.

eutectic

(s.), (i.), (fiz.), (kim.) maksimum erime yeteneği olan, ötektik (madde).

euterpe

(i.) müzik tanrıçası.

euthanasia

(i.) rahat ölüm, ıstırapsız ölüm; özellikle ümitsiz durumda olan hastaların ıstıraplarını dindirmek için hayatlarına son verme.

euthenics

(i.) çevrenin etkisiyle insanların zihinsel ve bedensel niteliklerini geliştirme teşebbüsü ve ilmi.

euxinesea

Karadeniz.

evacuate

(f.) boşaltmak, tahliye etmek; (tıb.) vücuttan çıkartmak, boşaltmak. evacuant (i.), (s.), (tıb.) müshil. evacua'tion (i.) oşaltma, tahliye.

evacuee

(i.) tehlike yerinden uzaklaştırılan kimse.

evade

(f.) kaçınmak, sakınmak, kaçamaklı yol aramak, paçayı kurtarmak, yakayı sıyırmak. evade a Iaw kaçamak yolu ile bir kanundan kurtulmak.

evaluate

(f.) kıymet takdir etmek,değerini tayin etmek, paha biçmek; tartmak. evalua'tion (i.) paha biçme, kıymet takdiri, değerlendirme.

evaneece

(f.) yavaş yavaş gözden kaybolmak, zail olmak, kaybolmak. evanescence (i.) yavaş yavaş kaybolma, zeval. evanescent (s.) gözden kaybolan, hafızadan silinen, zail olan, çabuk uçan; (bot.) dayanmayan, çabuk solan; mat son derece küçük, cüzi.

evang-

(kıs.) evangelical, evangelist.

evangel

(i.) İncil'in getirdiği haber; İncil kitaplarından biri; iyi haber, müjde.

evangelical

(i.), (s.) muhafazakar Protestan; Protestan; (s.) İncil'e ait, İncil'e özgü.

evanish

(f.), şiir zeval bulmak, yok olmak, gözden kaybolmak.

evanqelism

(i.) İncil müjdesini getirme.

evaporate

(f.) buhar haline getirmek, buharlaştırmak, uçurmak; buhar olup uçmak, buharlaşmak, buğu çıkarmak. evapora'tion (i.) buharlaşma, buğulanma. evap'orator (i.) sebze, meyve ve başka maddeleri kurutmaya mahsus alet. evap'orated milk kısmen suyu alınmış yoğun süt.

evaqinate

(f.), (biyol.) ters çevirmek, tersyüz etmek, içini dışına çevirmek.

evasion

(i.) kaçınma, sakınma; baştan savma cevap, kaçamak; bahan.

eve

(i.) Havva. dauqhter of Eve Havva'nın kızı; kadın; mütecessis kadın.

eve

(i.) akşam; arife gecesi; arife.

evection

(i.),(astr.) güneş çekiminden ötürü ayın hareketinde meydana gelen düzensizlik.

even

(f.) düzleştirmek, düzletmek, tesviyeetmek; up ile eşitlemek, müsavi hale getirmek, düzeltmek.

even

(z.) hatta, bile, dahi; düz, eşit olarak; tamamıyla, tam. even if olsa bile. even so öyle olsa da, rağmen.

even

(s.) düz, düzlem, müstevi; eşit, müsavi; düzenli, muntazam; doğru, tarafsız,bitaraf; paralel, muvazi, denk, aynı seviyede;çift, tam (sayı); temkinli, değişmez .evencolor her tarafı aynı tonda olan renk. evenhanded (s.) tarafsız, bitaraf. even number çift sayı. even with the roof dam yüksekliğinde, damla bir hizada. get even with intikam almak, hakkından gelmek. break even kâr ve zararı eşit olmak, ancak masrafını karşılamak. on an even keelden. (gemi) yatay durumda. odd and even tek ve çift. evenly (z.) düz bir durumda; eşit olarak; tarafsızca. evenness (i.) düz oluş; eşitlik; tarafsızlık.

even

(i.) ,şiir akşam.

evenfall

(i.) akşam.

evengelize

(f.) Hıristiyan olmayanlara İncil'i öğretmek; Hıristiyanlığa çevirmek. evanlleliza'tion (i.) İncil'i öğretme, İncil'i öğrenme.

evengelişt

(i.) gezici vaiz; dört İncil'i yazanlardan biri. evangelis'tic (s.) dört İncil'e ait, İncil va'zma ait.

evening

(i.) akşam; gece; suvare; bir şeyin sona ermekte olduğu devre, özellikle ömrün son seneleri. evening dress gece elbisesi. evening primrose eşekotu, (bot.) Oenothera biennis. evening star akşam yıldızı, güneş battıktan sonra görülen Zühre yıldızı Good evening. İyi akşamlar. Tünaydın. musical evening müzik gecesi.

evensong

(i.) akşam duası.

event

(i.) olay, vaka, hadise; sonuç, netice, akıbet. at all events, in any event her halûkârda, ne olursa olsun. in the event of takdirde, halinde. quite an event olağanüstü bir durum. eventful (s.) hadiselerle dolu. eventfully (z.) olaylarla dolu olarak.

eventide

(i.) şiir akşam, akşam vakti.

eventual

(s.) akıbette, netice olarak vaki olan, nihai, en sonraki. eventually (z.) nihayet, sonunda, er geç, ilerde.

eventuality

(i.) ihtimal, netice, işin sonu.

eventuate

(f.) sonuçlanmak, neticelenmek; çıkmak, meydana gelmek.

ever

(z.) asla, hiç bir zaman; ebedi, daima, her zaman, durmadan; herhangi bir zamanda. ever after ondan sonra, hep, artık. everand anon arada sırada. ever burning hiç sönmeyen, daima yanan. ever changing daima değişen. ever living ölmez, ebedi ever more daima, ilelebet. ever so much pek çok. ever so often sık sık. for ever and ever. ilelebet; ebediyete kadar. for everand a day (k.) dili ilelebet, daima. if ever şayet, eğer, kazara. Nothing ever happens. Hiç bir şey olduğu yok . scarcely ever hemen hiç. seldom if ever nadiren, belki de hiç. the finest ever en güzeli. Well, did you ever ! Acayip ! Çok tuhaf ! Allah Allah !

everglade

(i.) özellikle Florida' da bataklık. the Everglades Güney Florida'daki geniş bataklık saha.

evergreen

(s.), (i.), (bot.) yaprağını dökmeyen, her dem taze; (i.) daima yeşil kalan ağaç veya bitki, yaprağını dökmeyen ağaç.

everlasting

(s.), (i.) ebedi, ölümsüz, daimi, sonsuz; sürekli, devamlı; fazla uzun süren, sıkıcı; dayanıklı; kuruyunca şekli verengi bozulmayan (çiçek veya bitki); i ebediyet, sonsuzluk; bot kuruduğu zaman rengini ve şeklini koruyan bir çeşit çiçek; birçeşit dayanıklı İngiliz kumaşı everlastingflower medine çiçeği, bot Gnaphalium; ölmez otu, bot Xeranthemum inapertum everlastingly z ebediyen, daima; fazlasıyla everlastingness i ebediyet, sonsuzluk

evermore

(z.) ilelebet, ebediyen, daima. for evermore ebediyen.

eversion

(i.) tersine döndürme, tersyüzetme; ters dönme.

evert

(f.), (fizyol.) tersine döndürmek, içini dışına çevirmek.

every

(s.) her, her bir, her biri; her türlü. every bit as much tam onun kadar. everyfour days dört günde bir. every now and then, every now and again ara sıra, arada bir. every once in a while arada bir. every other day iki günde bir, günaşırı. everyother person her iki kişiden biri. everybody (zam.) herkes. everybody else başkaları, öbürleri. every day her gün. everyday (s.) her günkü, alışılmış, mutat, adi. everyman (i.) halktan biri, herhangi bir kimse. every one her biri. evervone (zam.) herkes. every so often arada sırada. everything (zam.) herşey. everywhere (z.) her yerde. every which way (k.dili) her yöne, her tarafa, düzensiz.

evesive

(s.) kaçamaklı, baştan savma; kaçmaya yarar. evasively (z.) kaçamak olarak, baştan savma bir surette. evasiveness (i.) kaçamak, baştan savma.

evict

(f), (huk) tahliye ettirmek.

eviction

(i.) tahliye etme veya edilme; geri alma veya alınma.

evidence

(i.), (f.) delil, tanıklık, şahadet, ispat, tanıt; vuzuh, açıklık, aydınlık; şahit; (f.) belirtmek, tasrih etmek, açıklamak, tavzih etmek; ispat etmek. be in evidence göz önünde olmak, belirmek, meydana çıkmak. external evidence harici delil, konu dışından gösterilen delil. in evidence göze çarpan, aşikâr. internal evidence dahili delil, muhtevadan çıkarılan delil. turn state's evidence suç ortağı aleyhine ifade vermek.

evident

(s.) açık, belli, sarih, aşikâr, vazıh, ortada olan, meydanda olan. evidently (z.) aşikar olarak, açıkça, sarahaten, tabii, anlaşılan.

evidential

(s.) delil veya şahit kabilinden, delile dayanan.

evil

(s.), (i.) günahkar, fena, kötü, kem; keder verici; (i.) günah, şer, fenalık, kötülük, zarar,bela, dert. evildoer (i.) kötülük eden kimse, şerir, günahkar kimse, suçlu kimse. evil eye kem göz, nazar değdiren bakış. evil-minded (s.) fenalık düşünen, kötü niyetli. speak evil of hakkında kötü söylemek, yermek, zemmetmek. the Evil One Şeytan, İblis. the lesser of two evils ehvenişer, iki kötü ihtimalden nispeten az kötü olanı. evilly (z.) şeytanca, kötülük düşünerek, günahkârane.

evince

(f.) göstermek; izhar etmek, belirtmek, açığa vurmak, aydınlığa kavuşturmak, ispat etmek, delil göstermek.

eviscerate

(f.) bağırsaklarını çıkarmak, içini boşaltmak. eviscera'tion (i.) bağırsaklarını çıkarma, içini boşaltma.

evitable

(s.) sakınılabilir, kaçınılabilir, bertaraf edilebilir.

evocation

(i.) zihinde uyandırma,aklına getirme; huk davanın daha yüksek bir mahkemeye ref'i ve devri.

evocative

(s.) çağıran, davet eden, uyandıran.

evoive

(f.) geliştirmek, inkişaf ettirmek; açmak, saçmak, dağıtmak, çıkarmak; gelişmek, inkişaf etmek; evrim geçirmek, tekâmül etmek. evolvement (i.) gelişim, evrim, tekâmül.

evoke

(f.) aklına getirmek, uyandırmak; hissettirmek; tevlit etmek; (ruh) çağırmak.

evolute

(i.), (geom.) evolüt, kıvrıklık merkez eğrisi .

evolution

(i.) evrim, tekamül, inkişaf, gelişme, açılma. evolutionary (s.) evrimsel, tekamü1i. evolutionism (i.) evrim teorisi; bu teoriye inanma. evolutionist (i.) evrim teorisi taraftarı; zoraki devrim yerine birbiri ardından gelen safhaları izleyen bir sosyal yapı gelişimi için çalışan kimse.

evulsion

(i.) söküp çıkarma, kökünden sökme.

ewe

(i.) dişi koyun, marya. ewe Iamb dişi kuzu; (fig.) gözbebeği.

ewer

(i.) ibrik.

ex

ex, eski, bir önceki, ex-husband, eski koca. ex-president, eski başkan. (edat) (Lat.), (iktidar) kullanma hakkı olmadan; ABD belirli bir senenin öğrencisi olup mezun olmamış kimse: ex '54. ex dividend (ekon.) kar hissesi ödenmiş vaziyette. ex quay (ticaret) rıhtıma çıkarıldıktan sonraki harçları alıcıya düşen alım satım. ex ön ek -den dışarı, -den fazla; tamamen; -sız, olmadan; sabık, eski, önceki: ex (kıs.) examination, example, except.

exacerbate

(f.) şiddetlendirmek, kızıştırmak; kızdırmak, sinirlendirmek. exacerba'tion (i.) şiddetlendirme, kızıştırma, şiddetlenme; hiddet.

exact

(f.) cebren almak; mecbur tutmak, icbar etmek; talep etmek; huk (birisini) mahkemeye celbetmek. exacting (s.) titiz, çok kuvvet ve enerji sarfettiren; her şeyin harfiyen yapılmasını isteyen.

exact

(s.) tam, doğru, tamam; kati, kesin; tamamen doğru; pek ince. exactscience matematik gibi kesin sonuçlar elde edilebilen bilim, pozitif ilim.

exaction

(i.) cebren alma; cebren ifa ve icra ettirme; cebren alınan para veya yaptırılan iş.

exactitude

(i.) tam ve doğru olma, her işi yolunda, vaktinde ve doğru olarak yapma, hatasızlık, kusursuzluk.

exactly

(z.) tam, tamam, tamamen, aynen, kesin olarak.

exactness

(i.) doğruluk, sıhhat, hatasızlık, kusursuzluk.

exaggerate

(f.) mübalâğa etmek, abartmak, büyütmek, izam etmek. exaggerated (s.) mübalâğalı, büyütülmüş, şişirilmiş. exaggeratedly (z.) mübalâğalı olarak. exaggera'tion (i.) mübalâğa, abartma, aşırılık, büyütme, izam. exag'gerator (i.) mübalâğacı, büyüten kimse.

exalt

(f.) yükseltmek, yüceltmek, paye vermek; övmek, methetmek, göklere çıkarmak; sevindirmek, aşka getirmek, gururlandırmak, heyecanlandırmak; kuvvetlendirmek .

exaltation

(i.) heyecan, aşkagelme, vecit; yükseklik, yücelik, ululuk; yükseğe çıkarma veya çıkarılma.

exalted

(s.) yüceltilmiş, yükseltilmiş; yüksek, ulu, yüce, büyük; asil, soylu, haşmetli.

exam

(i.), (k.dili); sınav, imtihan.

examination

(i.) sınav, imtihan, yoklama, muayene, teftiş, tetkik; (huk.) sorgu. examination paper imtihan kâğıdı. give an examination imtihan etmek, sınav yapmak. pass an examination imtihan vermek, sınavı geçmek. postmortem examination otopsi. take an examination imtihana girmek. sit for an examination (ing.) imtihana girmek.

examine

(f.) bakmak, dikkatle gözden geçirmek; muayene etmek; teftiş etmek; sınava tabi tutmak, imtihan etmek, yoklamak; sorguya çekmek. examinee' (i.) imtihana giren kimse, imtihan olan kimse. exam'iner (i.) imtihan eden kimse, mümeyyiz, ayırtman; muayene eden kimse; sorgu hakimi; müfettiş.

example

(i.) örnek, misal, numune, ibret. for example örneğin, meselâ. make an example of ibret olsun diye cezalandırmak. set a good example iyi örnek olmak.

exanthema

(i.) (çog mata) (tıb.) eksantem, çiçek ve kızamık gibi hastalıklarda ciltte hasıl olan kızartı, leke ve kabarcıklar.

exarch

(i.), (tar.) Bizans İmparatorluğu devrinde Afrika veya İtalya'da genel vali; Ortodoks kilisesinde yüksek rütbeli piskopos. exarchate (i.) böyle bir valilik, il veya piskoposluk.

exasperate

(f.) kızdırmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek, çileden çıkarmak; şiddetlendirmek. exasperated (s.) darılmış,öfkeli, kızgm. exasperatingly (z.) kızdıracak surette. exaspera tion (i.) dargınlık, öfke, hiddet, sinirlenme.

excathedra

(Lat.) yetkili olarak, salâhiyetle.

excavate

(f.) kazı yapmak, kazmak, hafriyat yapmak, kazıp çıkarmak, kazıp açmak. excava'tion (i.) kazı, hafriyat, çukur. ex'-cavator (i.) ekskavatör, kazma makinası.

exceed

(f.) geçmek, aşmak; üstün olmak, başkalarını geçmek; haddini aşmak, ifrata kaçmak, ileri gitmek. exceeding (s.), (z.) olağanüstü, fevkalâde. exceedingly (z.) fazlasıyla, ziyadesiyle.

excel

(f.) (led, ling) geçmek, üstün olmak; mümtaz olmak, ileride olmak.

excellence

(i.) fazilet, üstünlük, faikıyet, seçkinlik, mümtaz oluş.

excellency

(i.) Ekselans, sefir veya vekile verilen unvan. His Excellency Ekselansları. Your Excellency Ekselans, zatı âliniz.

excellent

(s.) mükemmel, kusursuz; üstün, faziletli, mümtaz, faik. excellently (z.). peka1â, mükemmelen.

excelsior

(i.) talaş, ince yonga.

except

(f.) saymamak, hariç tutmak, ayrı tutmak; karşı çıkmak, itiraz etmek.

except,- ing

(edat), (bağ.) -den gayri, -den başka, hariç; (bağ.) yoksa, meğerki, olmadıkça, etmezse. not excepting dahil. always excepting -den gayri, hariç. exceptfor olmasaydı; hariç.

exception

(i.) istisna; (huk.) mahkemenin ara kararlarına itiraz. take exceptionto itiraz etmek, kabul etmemek; gücenmek. The exception proves the rule. istisna kuralı bozmaz. (Asıl anlamı: istisna kuralı bozar). without exception ayrım yapmaksızın, istisnasız with the exception of hariç tutulursa, istisnasıyla.

exceptionable

(s.) itiraz olunabilir, yakışık almaz, makbul olmayan.

exceptional

(s.) müstesna, istisnai, ender, fevkalade. exceptionally (z.) müstesna olarak, fevkalade.

excerpt

(i.), (f.) (bir kitap veya yazıdan) seçme parça, pasaj; (f.) almak, seçmek, iktibas etmek.

excess

(i.), (s.) aşırılık, ifrat, fazlalık; (s.) fazla, ziyade, artan. excess fare bilet ücret farkı, mevki farkı, zam. excessluggage fazla bagaj. excess profits tax fazla kazanç vergisi. drink to excess içkiyi fazla kaçırmak. in excess of -den fazla, (onu) geçen. excessive (s.) fazla, ifrat, aşırı. exces'sively (z.) aşırı olarak, ziyadesiyle.

exchange

(i.) değiş mübadele, değişme, trampa; yerini alma; kambiyo, borsa:telefon santralı, merkez. exchange broker borsa simsarı, sarraf, borsacı. exchange rate kambiyo kuru, döviz kuru; değişim oranı. exchange value mübadele kıymeti. bill of exchange poliçe, tahvil. commercial exchange ticaret borsası foreign exchange döviz. produce exchange zahire borsası. stock exchange borsa, esham ve tahvilat borsası.

exchange

(f.) mübadele etmek, değiş tokuş etmek, değiştirmek, trampa etmek. exchange positions yer değiştirmek, birbirinin yerini almak. exchangeable (s.) mübadele edilebilir, değiştirilebilir.

exchequer

(i.), (lng.) maliye; kraliyet veya devlet hazinesi; servet, para; (k.dili) bir kimsenin kişisel gelirinin tümü. Chancellor of the Exchequer (ing.) Maliye Bakanı.

excipient

(i.) hazırlanacak olan ilaçlara uygun bir şekil veya güzel bir tat vermesi için katılan madde.

excise

(i.), (tic.) bir memlekette uygulanan istihsal, satış veya istihlâk vergi sistemi; bu vergiyi tahsil eden hükümet dairesi. excise duty bu vergi. exciseman (i.) bu verginin tahsildarı.

excise

(f.) kesmek, kesip çıkarmak, atmak; oymak, temizlemek (ur). exci'sion (i.) kesme, kesip çıkarma, kesip atma.

excitable

(s.) kolay heyecanlanır, kolay telâşa kapılır, tahriki kolay. excitabil'ity, excit'ableness (i.) kolay heyecana kapılma; (fizyol.) uyarılma kabiliyeti.

excite

(f.) heyecanlandırmak, kışkırtmak, tahrik etmek, kızıştırmak, telâşa vermek; (fizyol.), (biyol.) harekete geçirmek; uyandırmak, tembih etmek. excita'ti on (i.) tahrik, tembih. exci'tant (s.) tahrik edici, harekete geçirici, muharrik. excited (s.) heyecanlı. excitedly (z.) heyecanla. exciting (s.) heyecan verici, ilgi çekici. excitingly (z.) heyecanla, tahrik edici surette.

excitement

(i.) heyecan, telâş, galeyan, tahrik.

exciter

(i.), (elek.) dinamonun sabit sarmalarına cereyan veren yardımcı dinamo; (elek.) indüksiyonlu kıvılcımla radyo sinyali veren tertibat.

excitor

(i.), fizyol adaleyi harekete geçiren sinir, uyarıcı sinir.

exclaim

(f.) ansızın bağırıp çağırmak, hayretini ifade etmek, hiddetle söylemek.

exclamation

(i.) ünlem, nida, ani olarak söylenen söz; bağırma, telâşla itiraz etme. exclamation mark, exclamationpoint ünlem işareti (!). exclam'ative (s.) ünlem ifade eden. exclam'atory (s.) sevinç, hayret veya keder belirten; gürültülü.

exclave

(i.) bir memleketin başka bir devlette bulunan küçük toprak parçası.

exclude

(f.) hariç tutmak, dışarıda bırakmak, dahil etmemek, engel olmak, yoksun bırakmak, mahrum etmek.

exclusion

(i.) ihraç, kabul etmeyiş,tart, ret, yoksun bırakma, mahrum etme. to the exclusion of hariç tutarak, dışında bırakarak, mahrum ederek, meydan vermeyerek.

exclusive

(s.), (i.) umuma açık olmayan; bir kimse veya zümreye has; tek, eşi olmayan; hariç tutan; of ile müstesna, -den gayri, hesaba katmadan; (i.) yalnız bir gazete veya mecmuanın temin edebildiği mülâkat. exclusively (z.) yalnız, münhasıran.

excogitate

(f.) düşünüp bulmak, çıkarmak, icat etmek, düşünmek.

excommunicate

(f.) kiliseden aforoz etmek, mahrum etmek, cemaatten tardetmek, Hıristiyan ayinlerine kabul etmemek. excommunica'tion (i.) aforoz.

excoriate

(f.) deriyi sıyırmak, deriyi yüzmek; şiddetle suçlamak, itham etmek. excoria'tion (i.) deriyi sıyırma, sıyrılma; şiddetle suçlama.

excrement

(i.) pislik, dışkı. excremen'tal (s.) pislik kabilinden.

excrescence

(i.) nasır ve ur gibi hayvan ve bitki gövdelerinde hâsıl olan fazla cisim; fazlalık, normal dışı çoğalma. excrescent (s.) normalden fazla büyüyen, fazla, gereksiz.

excreta

(i.), (çoğ.) ifrazat, salgı; pislik.

excrete

(f.) ifraz etmek, çıkarmak (vücuttan). excretion (i.) salgı, ifrazat; ifraz etme,boşaltım. excre'tive, ex'cretory (s.) ifraz eden, salgı çıkaran.

excruciate

(f.) eza etmek, üzmek, ıstırap vermek, işkence etmek, acıtmak. excruciating (s.) eza verici, işkence edici. excrucia'tion (i.) ıstırap, işkence, eza, keder,elem.

exculpate

(f.) suçsuz çıkarmak, temize çıkarmak, tebriye etmek. exculpa'tion (i.) beraat, temize çıkma, tebriye.

excurrent

(s.) dışarı akan; (bot.) ana gövdesi uzamış olan; fizyol kalpten akan (kan ).

excursion

(i.) gezinti, yolculuk, kısa süreli seyahat; (mak.) yarım titreşim veya devir hareketi; bu harekette alınan mesafe. excursion ticket özel bir tur için indirimli gidiş dönüş bileti. excursion train özel indirimli tren.

excursive

(s.) dolaşan, belirli bir çizgi takip etmeyen, kararsız.

excursus

(i.) arasöz; konu dışına çıkma, konudan ayrılma.

excuse

(i.) özür, mazeret, bahane, sebep; özür dileme; izin verme, izin, hâk verme.

excuse

(f.) affetmek, mazur görmek, göz yummak, kusura bakmamak; suçsuz çıkarmak, haklı çıkarmak; from ile izin vermek, müsaade etmek. Excuse me özür dilerim, affedersiniz, kusuruma bakmayın. excuse oneself özür dilemek, izin istemek. excusable (s.) affedilebilir. excusably (z.) affolunacak şekilde.

execrable

(s.) alçak, melun, Lânete lâyık, murdar, tiksindirici, iğrenç; berbat, kötü, süfli. execrably (z.) kötü bir şekilde; alçakça, murdarca.

execrate

(f.) Iânet etmek, belâ okumak, nefret etmek. execra'tion (i.) lânet, nefret; melun şey.

executant

(i.) icra eden kimse; konser veren kimse.

execute

(f.) icra etmek, tatbik mevkiine koymak, yürürlüğe koymak; başarmak, üstesinden gelmek, yapmak, etmek; idam etmek, hükmü infaz etmek.

execution

(i.), (huk.) infaz, idam; yerine getirme, ifa, icra, tatbik etme, uygu lama, yapma; (güz.) (san.) yapış veya yapılış tarzı, icra usulü. executioner (i.) cellât, idam hükmünü tatbik eden kimse.

executive

(i.), (s.) idareci, yetkili şâhıs; (s.) idareci durumunda olan, yetki sahibi, icra salâhiyeti olan, kanunları yapan. executive officer (den.) ikinci kaptan, (çoğ.) güverte subayları. executive power icra kuvveti, yürütme yetkisi. executive session gizli celse.

executor

(i.) icra eden kimse; (huk.) vasiyet hükümlerini yerine getiren kimse. exec'utory (s.) icrai.; (huk.) ileride veya belirli şartlar altında yürürlüğe girecek olan. exec'utrix (i.), (huk.) vasiyet hükümlerini yerine getiren kadın.

exedra

(çoğ.) (drae) (i.) eski mimarîde kapalı toplantı yeri; kavisli bank.

exegesis

(i.) yorum, tefsir, şerh, kutsal kitapların tenkitli yorumu. ex'egete (i.) yorumlayan kimse; tefsir eden kimse.

exegetics

(i.) tefsir ilmi. exegetical (s.) yorumlama ile ilgili, tefsire ait.

exemplar

(i.) örnek, numune, sembol, timsal, misal; suret, kopya, nüsha.

exemplary

(s.) örnek alınacak, tavsiyeye şayan, ibret teşkil eden.

exemplification

(i.) örnek, misal, numune, sembol, timsal; (huk.) resmi mührü taşıyan bir senedin resmî kopyası.

exemplify

(f.) örnek olmak, misal teşkil etmek; örnek olarak göstermek, misal göstermek; kopya etmek, (huk.) tasdikli suretini çıkarmak, resmi suretini göstererek ispat etmek .

exempligratia

(Lat.) (kıs eq) örneğin, meselâ.

exempt

(s.), (i.), (f.) bağışık, muaf, ayrı tutulan, müstesna; (i.) muaf olan kimse, mükellef olmayan kimse: (f.) muaf tutmak, bağışıklık tanımak; hariç tutmak, istisna etmek. exemption (i.) muafiyet, bağışıklık, ayrı tutma,ayrılık, istisna etme.

exenterate

(f.), (tıb.) bir uzvu kesip çıkarmak.

exequatur

(i.) bir devletin diğer bir devletin konsolosunu tanıdığını gösterir belge.

exequy

(i.) cenaze alayı; (çoğ.) cenaze merasimi.

exercise

(i.), (f.) uygulama, tatbik, icra, yürütme, ifa, yerine getirme, kullanma;talim, alıştırma egzersiz; beden terbiyesi, jimnastik, idman; deney, tecrübe; (çoğ.) tören; (f.) icra etmek, ifa etmek, ettirmek, yaptırmak;idman yapmak, egzersiz yapmak; hareket etmek, gezmek; hareket ettirmek, çalıştırmak, idman yaptırmak, idmanla geliştirmek; meşgul etmek. exercised (s.) sinirli, heyecanlı, kızgın.

exercitation

(i.) egzersiz, pratik, işletme (bedeni veya zihni) talim yetiştirme,eğitim; edebi kabiliyet gösterisi.

exergue

(i.) sikke veya madalyanın arka yüzünün alt tarafındaki yazı yeri veya yazı.

exert

(f.) (gayret, hak, güç) kullanmak, sarfetmek. exert oneself çabalamak, uğraşmak, gayret sarfetmek. exertion (i.) gayret,çaba, emek. exertive (s.) gayret sarfeden.

exeunt

(Lat.), tiyatro sahneden çıkarlar. exeunt omnes hepsi sahneden çıkarlar.

exfoliate

(f.) pul pul olup dökmek veya dökülmek; kabuğu ince pullar hâlinde dökülmek (ağaç). exfoliation (i.) böyle dökme veya dökülme. exfoliative (s.) böyle dökülmeye sebebiyet veren.

exhalation

(i.) soluk alıp verme, nefes verme; soluk, nefes; herhangi bir şeyden çıkan koku veya buhar.

exhale

(f.) nefes vermek, buhar çıkarmak, koku saçmak, buhar ve koku hâlinde çıkmak, nefes alıp vermek. exhalant (s.) dışarı veren.

exhaust

(i.), (mak.) egzos, egzos borusu; vakumla tozu dışarı atan alet. exhaustchamber (oto.) çürük gaz kutusu. exhaust pipe egzos borusu.

exhaust

(f.) tüketmek, bitirmek; boşaltmak; boşluk meydana getirmek; kuvvetini tüketmek; (bütün imkânları) denemek; bitap düşürmek, yormak; teferruatıyla incelemek,inceden inceye tetkik etmek; (kim.) eriyebilen maddeleri içinden çıkarmak. exhausted (s.) tükenmiş; yorgun, bitkin. exhaustible (s.) tükenir, biter. exhaustion (i.) yorgunluk, bitkinlik; tüketme, tükenme; boşluk .

exhaustive

(s.) etraflı, geniş, teferruatlı, ayrıntılı, bütün imkânlar sağlanmış. exhaustively (z.) etraflıca, ayrıntılı olarak, teferruatıyle. exhaustiveness (i.) genişlik,etraflı oluş.

exhibit

(i.), (f.) sergi; (huk.) mahkemeye veya hakemlere ibraz olunan vesika veya delil; vesika gösterme; (f.) teshir etmek, sergilemek; göstermek, arz etmek; resimle göstermek; (tıb.). ilâç olarak vermek; (huk.) dava esnasında vesika veya delil ibraz etmek. exhibitor (i.) sergi açan kimse, teşhir eden kimse.

exhibition

(i.) sergi; gösterme, teşhir, izhar, ibraz, arz; (ing.) üniversiteden verilen burs; (tıb.) ilaç olarak verme. make an exhibition of oneself kendini teşhir etmek, kendini gülünç duruma düşürmek. exhibitionism (i.) kendini teşhir merakı,teşhir hastalığı.

exhilarate

(f.) neşelendirmek,coşturmak, canlandırmak, hayat vermek, renk katmak exhilarant (s.), (i.) neşelendirici, canlandırıcı (şey). exhilara'tion (i.) neşe, canlılık, hayatiyet. exhil'arative (s.) neşelendiren,canlandıran.

exhort

(f.) teşvik etmek; öğüt vermek,akıl öğretmek, nasihat etmek; uyarmak, ikaz etmek, ihtar etmek. exhortation (i.) teşvik; nasihat, öğüt, vaız. exhortative, exhor'tatory (s.) teşvik veya öğüt niteliğinde.

exhume

(f.) toprağı kazıp çıkarmak; mezardan çıkarmak; açığa çıkarmak. exhuma'tion (i.) mezardan çıkarma.

exigency

(i.) ihtiyaç; zorunluluk, zaruret, derhal tedbir almayı icap ettiren olay; lüzum. exigent (s.) hemen tedbir almayı icap ettiren; icbar edici, zorlayıcı, çok acele, acil; buhranlı; çok şey isteyen, fazla kuvvet ve enerji sarf ettiren.

exigible

(s.) istenilir, talep edilir.

exiguity

(i.) azlık, kıtlık, yoksunluk.

exile

(i.), (f.) sürgün, sürülme; sürgün edilen kimse; (f.) sürmek, sürgüne yollamak. the Exile İ.Ö. VL yüzyılda Musevîlerin Babil'e sürülmesi.

exilic

(s.) sürgüne ait, menfaya ait.

exisluous

(s.) ufak, cüzi, az.

exist

(f.) var olmak, mevcut olmak; bulunmak, olmak; kalmak, baki olmak; yaşamak, geçinmek.

existence

(i.) varlık, mevcudiyet, var oluş; hayat, ömür; bulunma, tezahür. existent (s.) mevcut, mevcut olan, var olan, bulunan. existen'tial (s.) var olan, mevcudiyeti olan. existen'tialism (i.),(fels.) egzistansiyalizm, varoluşçuluk.

exit

(i.), (f.) çıkış, gidiş, çıkılacak yer, çıkış kapısı; sahneden çıkış; f çıkmak, gitmek; tiyatro çıkar (sahneden).

exlibris

(Lat.).....'nın kitaplığından (üzerinde kitap sahibinin ismi bulunan ve kitabın başına yapıştırılan etikete yazılan ibare). exo önek dış, harici: exoskeleton.

exocarp

(i.), (bot.) meyvanın dış kabuğu.

exoderm

(bak.) ectoderm.

exodus

(i.) çıkış, özellikle Musa Peygamber zamanında Musevilerin Mısır'dan çıkışları; Eski Ahit'te ikinci kitabın ismi

exofficio

(Lat.) memuriyetle, memuriyetinden dolayı, memuriyet veya mevkiden ileri gelen (üyelik).

exogamy

(i.), (sosyol.) egzogami, dışarıdan evlenme. exogamic, exog'amous (s.) dışarıdan evlenme ile ilgili.

exogen

(i.) (bot.) dıştan büyüyen bitki; sapı her sene dış halkalarla büyüyen bitki. exo'genous (s.), (biyol.) dıştan doğan, dış etkilere bağlı olarak büyüyen.

exonarthex

(i.), (mim.) bir kilisenin dış dehlizi.

exonerate

(f.) beraat ettirmek, temize çıkarmak, suçlamalardan kurtarmak; muaf tutmak, hizmetten affetmek exoneration (i.) beraat, temize çıkarma. exonerative (s.) beraat ettiren, temize çıkaran.

exophthalmic

(s.), (tıb.) egzoftalmiye ait, göz küresinin fırlamasına ait exophthalmic goiter guatrdan meydana gelmiş egzoftalmi.

exophthalmos - mus

(i.), (tıb.) hastalık sebebiyle gözün ileriye fırlaması hali, egzoftalmi.

exorbitant

(s.) aşırı, had derecede, fahiş (fiyat), çok fazla, ifrata kaçan; (huk.) kanun dışında kalan. exorbitance, cy (i.) fazlalık, aşırılık, ileri gitme, haddini aşma. exorbitantly (z). aşırı olarak, had derecede.

exorcise

(f). dualarla defetmek,okumakla çıkarmak (cinleri); cinlerden kurtarmak; (nad). çağırmak (cinleri). exorcismi dualarla defetme (cinleri); böyle dua.

exordium

(i). başlangıç; nutuk veya yazının giriş kısmı, mukaddeme, önsöz.

exoskeleton

(i)., (anat). hayvanın dış kabuğu.

exosmosis

(bak). osmosis.

exosphere

(i). atmosferin basıncı en az olan en yüksek tabakası.

exostosis

(i)., (anat). kemik şişi.

exoteric, ical

(s). harici,zâhiri; genel, umumi; kolay anlaşılır; (fels). dışrak.

exothermic

(s)., (kim). ısı veren,hararet neşredici.

exotic

(s). dışarıdan gelme, ecnebi,harici, yerli olmayan; garip, tuhaf, alışılmamış, dikkati çeken, ekzotik. exoticism (i). dışarımalı, dışarıdan gelme; başka ülkelere ait olanları benimseme eğilimi.

exp

(kıs.) export, express.

expand

(f). büyütmek; geliştirmek,inkişaf ettirmek; şişirmek; genişletmek, tevsi etmek; açmak, yaymak; büyümek, gelişmek,inkişaf etmek; genişlemek, şişmek.

expanse

(i). geniş saha veya meydan;açılma, yayılma; genişlik.

expansible

(s). yayılıp büyümesi mümkün.

expansile

(s). açılıp yayılan.

expansion

(i). açılıp yayılma, büyüme, genişleme; genişleyen kısım, ek. coefficient of expansion (mat). genişleme katsayısı. expansion bolt sıkıştırma cıvatası,kurtağzı cıvata.

expansive

(s). yayılan, genişleyen,geniş, engin, yayılıp genişlemeye elverişli; şümullü, yaygın; coşkun, ateşli, açık sözlü. expansively (z). yayılarak, genişleyerek; coşkunlukla. expansiveness (i). yayılma, genişleme;coşma.

exparte

(Lat). yalnız bir tarafın yararına, tek taraflı.

expatiate

(f). etraflıca yazmak veya söylemek. expatia'tion (i). etraflıca yazma veya söyleme.

expatriate

(f)., (i). memleket dışına çıkmak, göç etmek;memleket dışına sürmek; (i). kendi vatanından başka bir memlekete yerleşen kimse.

expect

(f). beklemek, intizar etmek,ümit etmek, ummak; (k).dili zannetmek, tahmin etmek.

expectancy

(i). bekleme, bekleyiş,intizar, ümit; (huk). beklenen haklar. Iife ex pectancy ortalama ömür.

expectant

(s)., (i). bekleyen, ümit eden, uman (kimse). expectant mother hamile kadın. expectantly (z). bekleyerek,ümitle.

expectation

(i). bekleme, intizar, ümit; beklenilme. contrary to expectations beklenilenin aksine.

expectative

(s). muhtemel, beklenilen; ümit eden.

expectorant

(s)., (i)., (tıb). balgam söktüren: (i). balgam söktürücü ilaç.

expectorate

(f). balgam çıkarmak, tükürmek. expectora'tion (i). tükürme; tükürük, balgam.

expedient

(s), (i). doğru yolu aramadan istenilen sonucu elde etmek için en kolay yolu teşkil eden; uygun, münasip, muvafık, kestirme; (i). yol, çare, tedbir. expediency (i). yarar veya amaca erişmek için başvurulan çare; politika, bir işi doğru veya haklı olup olmadığına bakmadan yürütme. expediently (z). münasip şekilde, uygun olarak.

expedite

(f). çabuklaştırmak, hızlandırmak, kolaylaştırmak; çabuk icra etmek;(nad). göndermek, sevk etmek.

expediter

(i). güçlük ve eksiklere çare bulan kimse, bir iş için lüzumlu malzemenin vaktinde gelmesini temin eden memur.

expedition

(i). sefer, kesif heyeti veya seferi; zor yolculuk; sürat, acele; gönderme, sevk.

expeditious

(s). süratli ve becerikli; iş bilir. expeditiously (z). süratle, acele olarak, vakit kaybetmeden.

expel

(f). (led, ling) kovmak, azletmek, defetmek, tardetmek, çıkarmak; sürmek. expellant, lent (s)., (i). çıkaran; (i). defeden ilaç.

expend

(f). sarf etmek, harcamak. expendable (s). harcanabilen; (ask). feda edilebilen.

expenditure

(i). masraf, harcama.

expense

(i). masraf, fiyat, paha, harcama, sarf etme, verme; masraflı kimse veya şey. a Iaugh at his expense bir kimse ile alay etme. at the expense of pahasına, hesabıma; zararına. pay his expenses masraflarını ödemek. with no expense to you bedava, size masraf ettirmeden.

expensive

(s). pahalı, masraflı.

experience

(i). tecrübe, deney,görgü, vukuf; bir kimsenin geçirdiği tecrübeler, yaşantı; hayat. in all my experience bütün hayatım boyunca.

experience

(f). görmek, başından geçmek, çekmek, maruz kalmak, tecrübe etmek, denemek, tatmak, hissetmek. experienced (s). görgülü, tecrübeli, bilgili, irfan sahibi, marifetli.

experiential

(s). deneysel, tecrubi, tecrübeye dayanan, ampirik.

experiment

(i)., (f). deney, tecrübe, deneme; (f). deney yapmak, tecrübe etmek. experimen,tal (s). deneysel, tecrübeye dayanan, tecrübe. experimen'talism (i). deneyselcilik. experimen'tally (z). deneysel metotla,tecrübe ederek. experimenta'tion (i). deneme, deneyim, tecrübe.

expert

(s)., (i). usta, mahir, becerikli,uzman, mütehassıs, ehil; (i). uzman, mütehassıs,eksper, bilgi ve tecrübe sahibi kimse; bilirkişi. expertly (z). ustalıkla, mahirane.

expertise

(i). bilirkişi raporu; ehliyet,hüner.

expiate

(f). kefaret etmek, yapılan kötülüğü affettirecek bir harekette bulunmak,cezasını çekerek ödemek (suç). expiable (s). kefaret edilebilir. expiation (i). kefaret. ex'piatory (s). kefaret kabilinden.

expiore

(f). keşfetmek; incelemek, tetkik etmek, araştırmak; (tıb.) inceden inceye muayene etmek, ameliyatla araştırmak. explora'tion (i). keşif, araştırma, inceleme. explor'atory, explorative (s). keşif kabilinden,tetkik mahiyetinde. explorer (i). kâşif, keşfeden kimse veya araç.

expiration

(i). hitam, son, nihayet; nefes verme.

expire

(f). bitmek, sona ermek, müddeti hitama ermek; nefes vermek; ölmek, son nefesini vermek. expiratory (s). nefes vermekle ilgili.

expiry

(i). hitam, son, bitim.

explain

(f). anlatmak, açıklamak, izah etmek, beyan etmek, belirtmek, tasrih etmek,aydınlatmak, tenvir etmek, tarif etmek; açıklamada bulunmak, izahat vermek. explainaway örtbas etmek tevil etmek, sözü çevirmek. explain oneself kendisi hakkında izahat vermek; meramını anlatmak, anlatmak.

explanation

(i). açıklama, izah,izahat; anlam, mana; tanımlama, tarif; yorum,tefsir; uzlaşma.

explanatory

(s). açıklayıcı, izahat kabilinden.

expletive

(i)., (s). heyecan ifade eden söz; gereği olmayan harf,hece, kelime; anlamı kuvvetlendirici söz; küfür; (s). fazla, boşluğu dolduran, tamamlayan (kelime).

explicate

(f). yorumlamak, tefsir etmek; açıklamak, izah etmek, anlatmak. explic'able (s). anlatılabilir; anlaşılabilir. explication (i). açıklama, izah, izahat; ayrıntılı tasvir. explicative. explicatory (s). açıkalayıcı, izah edici; tahlili.

explicit

(s). sarih, apaçık, aşikar; kesin, katî. explicitly (z). açıkça, sarahatle.

explode

(f). patlatmak, infilak ettirmek;patlamak, infilâk etmek, patlak vermek; boşa çıkarmak, yanlış olduğunu ispat etmek, çürütmek. explode a theory bir kuramı çürütmek.

exploit

(i). kahramanlık, yiğitlik; sergüzeşt, macera.

exploit

(f). sömürmek, istismar etmek,istifade etmek; kullanmak, işletmek. exploita'tion (i). kendi çıkarına kullanma, sömürme, istismar. exploiter (i). sömüren veya istismar eden kimse; işleten kimse.

explosion

(i). infilak, patlama; galeyan, parlama, hiddetlenme. population explosion hızlı nüfus artışı. explosion oflaughter kahkaha tufanı.

explosive

(s)., (i). patlayıcı; (i). infilak maddesi, patlayıcı madde. high explosive yüksek patlamalı madde. explosively (z). patlayarak. explosiveness (i). patlama kabiliyeti.

exponent

(s)., (i). beyan ve ifade eden; temsil eden; (i). örnek, misal, sembol; (mat). üs exponen'tial (s)., (mat). üsse ait, üs rakamı cinsinden olan. exponentially (z). üs rakamlarına dayanarak.

export

(i). ihraç etme, ihracat; ihraç malı. export duty ihracat resmi. export license ihracat lisansı.

export

(f). ihraç etmek, dışarıya mal göndermek, ihracat yapmak. exporta'tion (i). ihraç etme, ihracat; ihraç edilen mal. ex'porter (i). ihraç eden kimse, ihracatçı.

expose

(i). suçu ortaya koyma, gizli bir şeyi açığa vurma; gizli kusurları meydana çıkaran makale veya kitap.

expose

(f). maruz bırakmak, karşı karşıya getirmek; göstermek, arz etmek; terk etmek, bırakmak (çocuk); teşhir etmek; keşfetmek, açmak, meydana koymak, açığa vurmak, alenen göstermek; (coltoq). kirli çamaşırları ortaya dökmek; (foto). almak, çıkarmak(filim üzerine).

exposed

(s). açıkça, meydanda; açık,maruz, korunmasız, muhafazasız; (foto). çekilmiş.

exposition

(i). ifade, izah, açıklama, şerh, yorumlama, tefsir; teşhir, sergileme; sergi.

expositor

(i). şerh eden kimse,yorum yapan veya tefsir eden kimse. expository (s). şerh ve izah eden, açıklayan.

expostfacto

(Lat). sonradan yapılmış olup öncekileride kapsayan; (huk). karar veya kanun yürürlüğe girmeden öncesi için geçerli olan.

expostulate

(f)., with ile dostça tenkit etmek, uyarmak, ikaz etmek, nasihat etmek. expostula'tion (i). dostça tenkit,uyarma. expos'tula'tor (i). nasihat eden kimse. expos'tulator'y (s). tenkit veya ikaz kabilinden.

exposure

(i). açma, keşfetme, teşhir;muhafazasız olma, maruz olma, açık olma;açığa çıkarma; (huk). mahrem yerlerini gösterme suçu; (foto). alma, çıkarma, poz (filim üzerine). The house has a southern exposure. Evin cephesi güneye bakar. exposure meter (foto). ışıkölçer, pozometre.

expound

(f). açıklamak, izah etmek,şerh etmek, yorumlamak, tefsir etmek.

express

(f). tarif etmek; ifade etmek, beyan etmek, anlatmak: yüz ifadesi veya mimiklerle anlatmak, belli etmek; sıkıp çıkarmak, sıkıp içini boşaltmak. express oneself maksadını anlatmak, meramını ifade etmek. express in other terms başka sözlerle anlatmak.

express

(s)., (z)., (i)., (f). açık, belli, sarih;kesin, katî; özel, hususi, mahsus; tam, tıpkı; gayesine uygun; sürat sağlayan; (z). sürat postası ile, ekspresle; (i). nakliye şirketi, ambar; sürat postası, ekspres; (f). ambarla göndermek. express company nakliye şirketi, ambar. express train surat postası, ekspres.

expressage

(i). ekspresle paket gönderme; bu iş için ödenen ücret.

expression

(i). ifade, deyim, ibare,söz, tabir; eda, yüzdeki ifade veya anlam;sıkıp içini boşaltma; (mat). ifade, ifade işareti. expressionism (i)., (güz san). ekspresyonizm. expressionless (s). ifadesiz, anlamsız, manasız.

expressive

(s). anlamlı, manalı, dokunaklı, tesir edici, etkileyici; canlı. expressively (z). anlamlı olarak, tesir edici bir şekilde.

expressly

(z). kesinlikle, katiyetle;belirli olarak, açıkça, sarahatle; özellikle, bilhassa.

expressman

(i). nakliyat şirketi memuru; nakliyat arabacısı.

expressway

(i). ekspres yol, otoban.

expropriate

(f). istimlak etmek, kamulaştırmak. expropria'tion (i). istimlak, kamulaştırma.

expulsion

(i). kovma, kovulma, tard, ihraç. expulsive (s). ihraç edici, ihraç kuvvetini haiz.

expunge

(f). silmek, bozmak, çıkarmak.

expurgate

(f). sansürden geçirmek(kitap); arıtmak, ıslah etmek, temizlemek. expurga'tion (i). ıslah etme, arıtma, temizleme. ex'purgator (i). ıslah eden veya arıtan kimse. expur'gatory (s). ıslah edici, ıslah kabilinden.

exquisite

(s)., (i). ince,zarif, nefis, enfes, çok güzel; mükemmel; keskin; şiddetli; (i). züppe adam. exquisitepain şiddetli ağrı. exquisite taste ince zevk. exquisitely (z). zarif bir şekilde; şiddetle.

exsanguine

(s). kansız.

exscind

(f). kesmek, kesip çıkarmak.

exsert

(f). dışarı çıkarmak. exserted (s)., (bot)., (zool). dışarı çıkmış (uzuv veya kısım).

exsiccate

(f). kurutmak, suyunu çektirmek. exsicca'tion (i). kurutma, kuruma, kuruluk. ex'siccative (s). kurutucu.

extant

(s). halâ mevcut, baki,günümüze kadar gelen.

extemporaneous

(s). irticali, önceden yapılan bir hazırlığa dayanmayan. extemporaneously (z). doğaçtan, irticalen.

extemporary

(s). irticalen yapılan veya söylenen, evvelce düşünülüp hazırlanmamış. extemporar'ily (z). irticalen.

extempore

(z)., (s). irticalen, hazırlıksız olarak, ani olarak; (s). hazırlıksız.

extemporize

(f). irticalen söylemek, hazırlıksız söz söylemek. extemporiza'tion (i). ani olarak tertipleme. extemporizer (i). irticalen söyleyen kimse.

extend

(f). uzatmak, yaymak; genişletmek, büyütmek, tevsi etmek; kapsamına almak, teşmil etmek; uzamak, büyümek, sürmek; yetişmek, varmak; (ing)., (huk). kıymet takdir etmek. extended insurance (sig). müddeti uzatılan sigorta. extended order (ask). (den). açılma nizamı. extended type (matb). alışılmıştan geniş matbaa harfi. extendible,extensible (s). uzatılabilir. extensibil'ity (i). uzatılma veya uzama kabiliyeti.

extensile

(s). uzatılabilir, uzatılması mümkün.

extension

(i). uzatma, uzama, genişletme, büyütme, uzatılma, genişleme; (tıb.) kemik veya kasları yerine oturtmak için çıkık bir uzvu çekip uzatma; (tic). vadenin uzatılması. extension course öğrenci olmayanlar için açılan yardımcı kurs, dinleyici öğrenciler için açılan kurs.

extensive

(s). geniş, yaygın, şümullü, vâsi, uzatılmış. extensively (z). geniş bir şekilde, yaygın olarak, ziyadesiyle, çok.

extensor

(i)., (anat). bir uzvu çekip uzatan kas, açıcı, ekstensor.

extent

(i). boy, uzunluk, mesafe, saha,büyüklük; kapsam, şümul; derece, mertebe,had; (huk). musadere emirnamesi, müsadere; (mat). uzanma. to a great extent büyük çapta. to the full extent of his power elinden geldiği kadar.

extenuate

(f). azaltmak, eksiltmek, hafifletmek, mazur göstermek; ciddîye almamak, hafiften almak. extenuating circumstances (huk). hafifletici sebepler. extenua'tion (i). azaltma, hafifletme; ciddiye almama, hafiften alma. exten'uator (i). hafifletici sebep. exten'uatory (s). hafifletici; ciddiye almayan.

exterior

(s)., (i). dış, harici, zahiri; hariçten gelen; yabancı memleketlere ait; (i). hariç, dış taraf dış, gösteriş, görünüş. exterior angle dış açı. exterior planets (astr). dünyanın yörüngesi dışında kalan gezegenler.

exterminate

(f). imha etmek,yok etmek kökünü kazımak, bitirmek. extermina'tion (i). imha, izale. exter'minator (i). (fare böcek) imha eden ilâç veya şâhıs.

extern

(s)., (i). çalıştığı kurumda geceleri yatmayan; (i). gündüzlü öğrenci: asistan veya stajyer doktor.

external

(s)., (i). harici, dış, zahiri; gözle görülen, maddi; dıştan gelen arızi, yüzeysel; yabancı, ecnebi; (anat). vücudun dış kısmını ilgilendiren; (fels). dış dünyaya, algılanan dünyaya ait. externals (i). dışta veya yüzeyde kalan olaylar, durumlar, dış görünüş. external affairs harici iş1er. external'ity (i). harici olma,dışta kalma; dış görünüşe önem verme. exter'nally (z). harici olarak, dıştan.

externalize

(f). maddileştirmek, haricileştirmek, cismanileştirmek.

exterritorial

(bak). extraterritorial.

extinct

(s). sönmüş, sönük; nesli tükenmiş, varisi olmayan; battal, ilga edilmiş,kaldırılmış yok edilmiş. extinct animal nesli tükenmiş hayvan. extinct volcano sönmüş yanardağ.

extinction

(i). söndürme, sönme, imha; bir neslin tükenmesi; ortadan kaldırma; (fiz). ekstinksiyon.

extinguish

(f). söndürmek, bastırmak, ortadan kaldırmak, bitirmek, yok etmek, imha etmek, izale etmek; (huk). feshetmek. extinguisher (i). yangın söndürme aleti, mum söndürmeye mahsus şamdan külâhı.

extirpate

(f). kökünden sökmek, kökünü kazımak; izale etmek, yok etmek, imha etmek.

extoll

(f). (Ied, ling) övmek, yüceltmek, lehinde konuşmak.

extort

(f)., (huk). zorla almak, koparmak,gaspetmek, slang sızdırmak (para); zorla yaptırmak. extortion (i). zorla alma, zorbalık,kanunsuz şekilde baskı yaparak alma; zorla alınan şey; şantaj. extortioner, extortionist (i). zorla alan kimse, zorba kimse, görevini kötüye kullanan kimse.

extortionaryate

(s). zorbalığa ait, zalim, insafsız, görevini kötüye kullanan.

extra

önek dışarı, hariç; extra-legal kanun dışında kalan.

extra

(s)., (z)., (i). fazla, gereksiz, zait, ayrı; üstün, âlâ, fevkalade; (z). fevkalade surette, ilâve olarak, ayrıca; (i). ekstra, zam, fazladan olan şey; ikinci, üçüncü v.s. baskı (gazete);(sin). ufak rollerde oynayan kimse. Dancingis an extra. Dans dersleri için ayrıca ücret ödenir.

extract

(i). özet, hulâsa, öz, ruh; esans; seçilmiş parça, iktibas edilmiş kısım. beef extract et suyu özü. lemon extract limon özü.

extract

(f). çıkarmak, çekmek; söyletmek, itiraf ettirmek; özetini veya özünü çıkarmak; seçmek; (bir kitap vb'nden bir parçayı) almak, iktibas etmek; suretini almak. extractable (s). çıkarılabilir. extractor (i). sökücü, çıkarıcı.

extraction

(i). çıkarma, istihraç,çekme (diş); nesil, sülâle, nesep; özet, öz, hulâsa.

extractive

(s). çıkarılabilir; çıkarıcı; doğal maddeleri işlemeye ait. extractive industries doğal maddeleri işleme endüstrisi.

extracurricular

(s). ders programı dışında kalan.

extradite

(f). suçluları iade etmek veya ettirmek. extraditable (s). iade edilebilir(suçlu). extradition (i). suçluları iade.

extrados

(i)., (mim). bir kemerin dış çevresi; kemer sırtı, kubbe sırtı, bir kemerin tümsekli yüzeyi.

extragalactic

(s)., (astr). Samanyolu'nun dışında olan.

extrajudicial

(s). mahkeme veya dava dışı.

extramundane

(s). maddesel evrenin dışında olan.

extramural

(s). şehir veya okul duvarları dışında, okullar arası (karşılaşma).

extraneous

(s). konu dışı mevzu haricî; dıştan gelen, yabancı, ecnebi. extraneously (z). konu dışı olarak; dıştan gelerek.

extraordinary

(s). olağan üstü, fevkalade, nadir, garip,müstesna, özel bir durum için görevlendirilmiş. extraordinar'ily (z). fevkalade bir şekilde.

extrapolate

(f). (mat). bir seride bilinen rakamları veya miktarları esas alarak bilinmeyenleri tahmin etmek, mana çıkarmak. extrapola'tion (i). bilinene dayanan tahmin.

extrasensory

(s). bilinen duygulara dayanmayan. extrasensory perception altıncı his.

extraterritorial

(s). bulunduğu memleketin kanunları dışında.

extrauterine

(s)., (tıb.) rahmin dışında olan veya oluşan.

extravagance, cy

(i). israf,aşırılık, ifrat, taşkınlık, delilik, saçmalık.

extravagant

(s). tutumsuz, müsrif, aşırı, müfrit, çok pahalı, mübalâğalı, fazla. extravagantly (z). tutumsuzca, aşırı olarak,mubalâğa ile.

extravaganza

(i). fantezi, zarif ve hayal gücüne dayanan müzik veya piyes.

extravagate

(f). başıboş dolaşmak; müsrif olmak, haddi aşmak, ileri gitmek.

extravasate

(f)., (tıb.) damarlardan dışarıya kan akıtmak veya akmak. extravasa'tion (i). bu çeşit akma; böyle akan kan.

extreme

(s)., (i). son derece; müfrit, aşırı; en uçta veya kenarda olan; son; (i). sınır, bitiş noktası veya çizgisi, kenar, uç; son derece; (mat). denklem ve seride başlangıç veya bitiş noktası. extreme case olağan üstü bir örnek. go to extremes ifrata kaçmak, aşırı gitmek. extremely (z). ziyadesiyle, aşırı derecede. extremeness (i). ifrat, aşırılık.

extremist

(i). ifrata kaçan kimse,aşırı giden kimse.

extremity

(i). uç, nihayet, son, zirve; hudut, sınır; son derece; aşırı sıkıntı veya tehlike; aşırı davranış veya fikir. extremities el ve ayaklar. resort to extremities aşırı gitmek.

extricate

(f). kurtarmak, çıkarmak,açmak, ayırmak. extricables kurtarılabilir, çıkarılabilir. extrica'tion (i). kurtarma, kurtulma, çıkarma, ayırma.

extrinsic

(s). harici, dıştan gelen,arızi, esaslı olmayan, geçici; (fels). dışınlı, özdışlı. extrinsically (z). dıştan, hariçten, arızî olarak.

extrorse

(s)., (bot). dışa bakan, dışa dönen.

extroversion

(i)., (psik). ilginin içten dışa dönmesi, çevreyle ilgi kurma.

extrovert

(i)., (psik). dışa dönük karakter, başkalarıyla ilgilenen kimse.

extrude

(f). itip çıkarmak, ihraç etmek; suyunu çıkarmak, sıkmak. extruded rods yumuşak halde iken deliklerden geçirilen demir çubuklar. extrusion (i)., (mad). ihraç etme, çıkarma. extrusive (s). ihraç eden; fırlatan, püskürten; (jeol). püskürük (volkanik kaya).

exuberance

(i). coşkunluk, taşkınlık; bolluk.

exuberant

(s). coşkun, taşkın; bol, mebzul, bereketli, çok. exuberantly (z). coşkunlukla; bollukla, mebzulen.

exuberate

(f). coşmak, taşkınlık yapmak; taşmak, bereketli olmak, bol bol bulunmak.

exude

(f). ter gibi dışarı vermek veya çıkmak, sızmak. exuda'tion (i). dışarı sızan şey, ter.

exult

(f). (bir zafer sonucu) coşmak,övünmek, sevinç izhar etmek. exulta'tion (i).. sevinç, sevinme, övünme.

exurbanite

(i). şehrin herkesin oturduğu banliyösünden daha uzak ve daha muteber yerinde oturan kimse.

exurbia

(i). şehirden uzak ve zenginlere göre düzenlenmiş banliyölerin topu.

exuviae

(i)., (çoğ.) böcek ve yılan gibi hayvanların dökülmüş kabuk veya derileri.

exuviate

(f). kabuk dökmek, deri veya tüy dökmek.

eyas

(i). şahin yavrusu.

eye

(f). bakmak, süzmek; delmek. eye narrowly dikkatle süzmek.

eye

(i). göz; (poetry) çeşm, ayn; bakış, nazar,basar; görüş; ince ayrıntıları görme yeteneği; dikkatle bakma, gözetme; göze benzer herhangi bir şey; toplanma noktası; ilmik; ilik;iğne deliği. eyed (s). gözlü: blackeyed siyah gözlü. Eyes frontl önüne bak! eye opener aydınlatan veya şaşırtan haber veya olay; (A.B.D)., argo sabahları içilen ilk içki, mahmurluk gideren içki. eye rhyme imlâsı kafiyeli olup sesçe tam kafiyeli olmayan: move,love eye shadow sürme, far. a blackeye morarmış göz. a glass eye cam göz. a jealous eye, a green eye kıskanç göz, kem gözç an eye for an eye göze göz, dişe diş. be all eyes gözünü dört açmak. castsheeps eyes âşıkane bakmak, hayranlıkla bakmak. catch one's eye dikkatini çekmek,gozüne çarpmak. give one a black eye bir yumrukta güzünü mosmor etmek, gözünü patlatmak; namusunu lekelemek; itibarını lekelemek. in the eyes of gözünde, nazarında. keep an eye on dikkat etmek, gözü üstünde olmak. keep an eye out veya peeled açıkgöz olmak. make eyes at âşıkane bakmak,(colloq). kaş göz etmek. MyeyeI inanamıyorum ! Yok canım ! Hadi hadi ! naked eye yalın göz. open one's eyes to uyarmak. ikaz etmek; aydınlatmak. red eyes kanlanmış gözler. see eye to eye tamamen aynı fikirde olmak. set eyes upon görmek. with an eye to hesaba katarak, göz önünde tutarak,düşünerek. with half an eye kolay bir tahminle, bir bakışta.

eyeball

(i). göz küresi.

eyebeam

(i). nazar, bakış.

eyebolt

(i)., (mak). gözlü cıvata, mapa.

eyebright

(i). göz otu, (bot). Euphrasia officinalis; fırazya otu; lobelya, frengi otu.

eyebrow

(i). kaş. eyebrow pencil kaş kalemi.

eyecup

(i). göz banyosu için kullanılan kadeh.

eyeful

(i). göze batan veya göz dolduran herhangi bir şey; argo güzel kız, slang bir içim su.

eyeglass

(i). gözlük; dürbünde göz camı.

eyeglasses

(i). gözlük.

eyehole

(i). göz çukuru, gözevi; delik,göz.

eyelash

(i). kirpik.

eyeless

(s). gözsüz, kör.

eyelet

(i) delik; bir deliğin etrafına geçirilen madeni bilezik; gözcük, göz deliği.

eyelid

(i). göz kapağı.

eyeservice

(i). göze görünsün diye yapılan iş; hayranlıkla seyretme.

eyeshot

(i). bakış, nazar; görüş mesafesi, rüyet.

eyesight

(i). görme yeteneği, görme duyusu; görüş mesafesi.

eyesocket

(i). göz çukuru.

eyesore

(i). göze çirkin görünen şey,çirkin şey.

eyespot

(i)., (zool). bazı aşağı cins hayvanlarda bulunan basit göz.

eyestrain

(i). göz yorgunluğu.

eyetooth

(i). köpek dişi, göz dişi.

eyewash

(i). göz banyosu; argo göz boyama.

eyewater

(i). göz banyosu, göz damlası; göz yaşı.

eyewinker

(i). kirpik.

eyewitness

(i). görgü şahidi.

eyrie, eyry

(i). kuş yuvası, kartal yuvası.

Alışveriş Sepetiniz

Sepetiniz henüz boş

Taksit seçeneklerini ödeme sayfamızda görebilirsiniz.

ALIŞVERİŞE DEVAM ET

HESABINIZA GİRİŞ YAPIN

Parolanızı mı unuttunuz?
ÜYE DEĞİLSENÜYE OL